21 Aralık 2010 Salı

Rüyalara Giriş

  İçi portakallarla dolu bir kese kağıdı var kucağımda. Karanlık bir binanın siyah merdivenlerinden yavaş yavaş inmeye çalışıyorum. Neresi burası? 3 numaralı dairesinde doğduğum apartman mı? Kestiremiyorum, tek derdim bir an önce inmek. Birdenbire portakalların arasında seyirten o koca siyah örümceği görüyorum ve kendime engel olamadan boşalıyor kucağım , portakalların birer birer basamaklardan inişini izliyorum, şaşkın . En önde giden portakalı takip etmeye başlıyorum hızlı hızlı. Bir kat aşağı inip portakalların liderini hırsla elime alırken önünde durduğum kapıdan bir ses geliyor. Duraklayıp kulak kabartıyorum. Bir adam acı içinde inliyor,bağırıyor sonra mırıltıya dönüşüyor ve yeniden.. Kalbim hızla atmaya başlıyor. Ben daha önce gelmiş miydim buraya? Neresiydi burası? Dedemin evi mi? Giriş katındaki 2 numaralı ev. Ama kapıya bakıyorum 32 yazıyor. 3..2.. Mümkün mü bu? Küçük bir binada 32. numara. Sonra birden içerde buluyorum kendimi. Dedemi görüyorum her zamanki koltuğuna kurulmuş maç izliyor. Ama ben de babam mı olmuşum? Bana doğru dönen yaşlı yüz "Oğlum" diyor, mutfağa gidiyorum. Kirli bekleyen bulaşıklardan bir tabak alıyorum elime, musluğu açıyorum. Tabağın beyazlayan yüzünde bir örümcek belirince aniden kayıp gidiyor tabak elimden. Göğsümde bir ağrı hissediyorum, elim gidiyor bastırıyor göğsüme, hissettiğim bu ıslaklık ne? "Bulaşık suyu mu " diyorum ama bir de bakıyorum kan bu. Oluk oluk koyu kırmızı kan bulanıyor her yerime. Pencerede boş şarap şişesi vardı yoksa bu domates suyu mu? Neredeyim ben? Korkuyorum, diz çöküyorum, bağırmak istiyorum sesim çıkmmıyor. Gözlerimi sımsıkı yumuyorum açtığımda karanlıkta güvenli yatağımdan tavana bakar buluyorum kendimi. Yani ,uyanıyorum. Kan ter içinde derin soluklar alarak ve alışkanlıkla elim başucumdaki deftere gidiyor. Yazmalıyım bunu unutmadan ama bir bardak su içebilsem önce. Amma gerçekçiydi , öyle korkmuşum. Karabasan dedikleri bu olsa gerek.
Ahmet Ümit-Beyoğlu Rapsodisi  Hakkında

   Bir kitap, özellikle de çok sürükleyiciyse ,kendime karşı koyamam ve mutlaka kitabın sonunu açar okurum. O andan sonra rahatlamış olarak devam ederim kitaba , sonunu bilirim ama sona nasıl gelinmiş yalnızca bunu öğrenmek isterim. Bu kitapta da aynı şeyi yaptım. Herkes bana "Sonu çok acayip bitiyor asla tahmin edemezsin." diyordu ben de açtım baktım. Son kelimesini istemsiz de olsa(kendimi mi kandırıyorum?) görmüştüm. Evet şaşırtıcıydı ama sonuçta bir polisiye romanının ölümle sonuçlanmasına fazla şaşırtıcı denemezdi. Akıcı bir dille yazılmıştı kitap, vapurdan inmeyi unutturacak kadar. Ama aklıma türlü senaryolar gelse de sona nasıl ulaşıldığını bir türlü kestiremiyordum çünkü hiçbir ipucu yoktu içinde ve olaylar sıradan gidiyordu bile denebilir. En sonunda kitabı bitirmeye birkaç sayfa kala titremeye başladığımı hatırlıyorum. Çünkü ne olduğunu öğrenmek için öyle çok yanıp tutuşuyordum ki ne kadar hızlı okusam da yetmiyordu. O an benim dünyam gerçekliğini yitirmiş kitabın içinde dönüyordu sanki. Resmen kıvranarak ve o birkaç sayfayı atlayıp sadece son sayfayı okumamak için kendimle müthiş bir mücadele vererek kitabı bitirdim. O andaki duygularımı çok iyi hatırlıyorum... İlk başta büyük bir şaşkınlıkla açıldı gözlerim ardından , hüzünlendim. Kimseyle konuşmak, hatta kimseyi görmek bile istemedim ,en sevdiğim yemeği yapmış olan ve beni çağıran annemi bile. Dokunsalar ağlayacak gibiydim, hiç beklemiyordum böyle bir son. Ardından da bir kıskançlık sardı beni. Neden ben yazamamıştım böyle bir kitap? Birileri benden önce davranıp yazmıştı işte nasıl ben akıl edememiştim? Bu da yazıldıysa artık daha iyi ne yazılabilirdi? Belki de o anki duygusallığım içinde büyüttüm, ilahlaştırdım kitabı gözümde. Yine de, iyi yazılan yazılar insanı yazmaya teşvik ediyor zaten kitapta bundan da bahsediyordu ve gördüğünüz gibi kendisi hakkında döktürüyorum... Kitabın kapağındaki resim bile birden başka bir anlam kazandı, yürüyen bir kadın siluetiyken birdenbire "Neden? Neden yaptın bunu?" diyen bir adama dönüşüverdi. Son olarak, tekrar kitabı bitirdiğim o ana dönersek sizinle o zaman aklımdan geçen ve bir kağıda karaladığım düşünceleri paylaşmak istiyorum, biraz anlamsız geleceğini göze alarak tabii.  Şöyle yazmışım: "Jekyll&Hyde gibi.. İnsanın kendisi,benliği,BEN. Peki 'ben'in kim olduğunu bilmezsek? Benlik de bunu bilmezse? Nasıl emin olabiliriz? Hepsi odur ama o kimdir? Herkestir."