28 Mart 2011 Pazartesi

sadece bir gün.

Kavurucu bir sıcak, otobanda yürüyorum ve yollar da yanıyor bitkiler de. Başka bir canlıya rastlamadım. Allahın cezası tek bir araba da geçmez oldu. Yol kenarındaki dikenli otların arasından büyükçe bir taş seçerek oturuyorum, soluklanayım diye ama ne mümkün her bir soluk içime sıcacık nefes üflemek gibi. Ben bir şeyi hatırlamaya çalışıyordum ama neydi. Neyi hatırlamaya çalıştığımı da unuttum şimdi. Ne tuhaf... Ama bu sıcak akıl mı bırakıyor insanda. Yüzümü ocakta yanan ateşe yaklaştırmış da bekliyormuş gibi acı çekiyorum. Gözlerimi yumuyorum damağım kupkuru. Hiçbir uyarıcı da yokki çağrışım yapsın ve ne hatırlamaya çalıştığımı hatırlatsın. Bir gündü evet günlerden birgün vardı. Eskiden hisler vardı kimi hislerden mi çıkmıştım ben yola. Gittikçe uyuşuyorum neydi ah neydi...
Sıradan bir gün. Salonda kucağıma dizüstü bilgisayarımı almış oturuyorum. Sigara dumanı çıksın diye açılmış ve kapatılmaya üşenilmiş pencere, rüzgarın oyunuyla gıcır gıcır. Gacır-gucur-gucur-gacur. Sinirim bozuluyor, üstelik dondurucu bir hava var  beyaz tanecikleriyle içeri dolan. Çok, çok üşüyorum da kalkmaya mecalim yok. Birden kapının dışından, apartmandaan gelen bir ses duyuyorum paldır küldür. Aman yahu yine mi badana yapılıyor veya yine mi yan komşunun çocuğu? Tok sesler duyuluyor yere halı düşermiş gibi. Hiç beklemediğim bir şey oluyor sonra, bizim zile basılıyor. Öff kapıcı ekmek ister miyiz diye sormaya geldi ses çıkarmayayım da bari ayıp olmasın. Ama o da nesi bir daha basılıyor ve nefes nefese bir ses mi duyuyorum? Birden adrenalinle birlikte gözlerim açılıyor ve ayağa fırlıyorum, gereksiz, büyük bir korku duyuyorum.
Gözlerimi açtığımda bir de ne göreyim, eriyorum, eriyor ve asfalt yola karışıyorum. Beynim her zamankinden ağır ama bomboş. Mantıksız bir şeyler mi dönüyor burada? Hızlı hızlı sallanıp da ten rengini havaya bırakan el vardı. Ne biçim yer burası? Beyaz çizgileri bile olmayan bir yol. Yüzüm şimdi kıpkırmızı olmuştur. Bembeyaz tenimde kan lekesi gibi izini bırakmıştır güneş ama canım yanmıyor unutmuş mu canım kendini. Tekrar bir imge canlanıyor gözümde, bir kapı deliği görüyorum.
Ellerim, ayaklarım buz gibi kesilerek ayakta birkaç saniye bekliyorum. Boş yere paranoya yapıyor olmalıyım yine. Vücudumu dikleştirip derin bir soluk alıyorum. Sakinleş bakayım azıcık. Hah şöyle.. Bir şey yok kapı çaldı sadece zamansız.Tam zihnimi kontrol altına almışken... Ding dong. Ding dong. Yankılanıyor, susmuyor. Bu kez bir sorun var işte. Kapıya koşuyorum ve tek gözümü yumup öbürünü kapı deliğine yaslıyorum.
Otlar sararmış ve yanık kokusu doluyor burnuma. Rahatsız oluyorum, gözlerim yuvalarında fır fır dönerek araştırmaya başlıyor kokunun kaynağını. Yakından bir yerden, otlar yanıyor olmasın. Ama ne bir kıvılcım ne de onu sürükleyecek rüzgar. "Ffff" sesiyle birlikte burnum iyice içine çekiyor kokuyu. Gitgide keskinleşiyor. Kış zamanı yakılan hayvan ölüsüne karışmış kömür gibi nedir bu? A-ah benmişim meğerse. Bedenim su gibi akıp gidiyor hayret doğrusu. E ben nasıl burada, böyle? Aklımı kaybetmişim. Merdivenler görüyorum, beni kendimden çıkaracak olsa gerek.
Aniden yataktan fırlayarak uyanıyorum. "Hatırladım!" diye haykırıyorum "Hatırladım!". Daha nerede olduğumu bile algılayamıyorum, bilincim henüz bana bunu anımsatma aşamasına gelmemiş. Sadece bilinçaltımın bir şekilde bana geri getirdiği o günü düşünüyorum. Neler olup bittiği şimdi çok net.


...

17 Mart 2011 Perşembe

Yalan Söylemek Neden Kötü Olsun ki?

Kurmaca dediğimiz şey de yalanın bir türüdür sonuçta. O zaman sanat da bir yalandır mı diyeceğiz? Zaten gerçeğin ne olduğuna dair kesin bir kanıya bile varamıyoruz. Üstelik yalan söylemek sizi kötü duruma düşmekten de kurtarır çoğu zaman. Doğru söyleyeni dokuz köyden kovarlarmış. O zaman neden, neden kötüdür yalan?
Bu gerçekten aklımı fazlasıyla meşgul etti son bir iki gündür. Yalan söylemenin bir hastalık ve günah sayılması dışında bir de erdemli insanın yalan söylememesi gerekir. Aman canım bunlar klasik şeyler. Hayatında yalnızca maddiyata önem veren, parayı tek geçen bir insan neden yalan söylemesin ki? Pragmatizmi kendine esas almışsa, ve sadece g*tünü kurtarmaya bakıyorsa önünde bir engel yoktur. Tabi yalan söyleyebilmek herkes için kolay da değildir, ustalık ister cemiyette pişmek ister. Ama bu kadar kendi çıkarlarına düşkün birisi farkında olmadan kendi kuyusunu kazmış olur. Çünkü yalan,yalnızca kısa vadede iyi bir şeydir. Zamanla etraftaki insanlar durumu çakmaya başlar, size güvenmezler ve sizden uzaklarşırlar. Sanırım bu yetişme tarzıyla ilgili. Çünkü iyi yetişmiş bir insan, içi rahat yalan söyleyemez. Ona belki enayi derler ama içindeki adalet duygusu onu asla rahat bırakmayarak vicdanını kıskıvrak yakalayıverir ve rahat huzur bırakmaz. Ne bileyim ben, dönüp dolaşıp yine insanın kendisini bulacak bir şeydir bu işte. Bir de yalanın dozajı vardır ki, arada bir ufak ufak hepimizin kanına karışır. Eğer ki alışkanlık-ki alışkanlık zaten başlıbaşına kötü bir şey- haline gelirse ve içinizde o yumuşacık sesini yayarak büyürse- şeytan dürtmesi böyle olsa gerek, hadi canım ne olacak sanki o nereden bilecek yalan söyledğini gibi- işte o zaman tedavi isteyen bir bağımlı haline geldiniz demektir. Olabildiğince kaçmak lazım yani. Beyazı siyahı yok bu işin, her güzel ve zararlı illet gibi sizi çaktırmadan kafes altına alıverir.

14 Mart 2011 Pazartesi

Hikayeler pesimistliği yüceltirken dozunu azaltır.

Asansörde tek başımayım, 13üncü kata çıkacağım. Gözlerime bakıyorum, yalnızca gözlerime. 1,2,3... Ruh durumunu gözlerinin renginden anlamaya çalışan başka insan var mıdır acaba? Aklıma gelen bir şeyin var olma ihtimali de oldukça yüksektir. 4,5... Kolumdan tutuyor, beni kendine çeviriyor. Gözleriyle yüzümü araştırıyor, gözlerime dikkatle bakmak istiyor. Elinden kurtulmaya çalışıyorum ama beni bırakmıyor. "Yine mi içtin Eylül? Neden böyle yapıyorsun? Bana bak, yüzüme."  Biliyorum anladığını, beni benden iyi tanıyor ve en ufak bir değişimimi bile hissediyor, bu ürpertici. "Gözlerin bulanık Eylül. Fırtınalı havalarda  yeşilini giyen denizin rengini almışsın yine. Neye üzülüyorsun, nedir bu hüzün?" Yine aynada kendime bakıyorum, az öncekiler bir hayalmiş yalnızca. Böyle şiirsel konuşan adam seni nereden bulacak, gülmekten katılacağım şu hayalperestin haline! Anca romandadır o filmdedir, tiyatrodadır ya da yalandır. Bir dakika. Yoksa en son burada oturmuş bu hikayeyi mi yazıyordum? Yok yok hayır, asansördeyim şimdi , aklımı karıştırma. Sabah kalktığımda inatla aynaya koşup gözlerimi incelerdim. O döne döne giden, dipsiz kuyuya dönmüş gözler. Kopkoyu, sanki hiçbir renk bu. Yani ne kahve ne yeşil neyse anladınız değil mi işte hiçbir renk değil gözüm o anlarda. Babam "Sana öyle geliyordur." diyor ama olmaz öyle şey, gözlerimi gözlerimle görüyorum, yalan mı söyleyeceğim. 7,8... Bir amaçla gelmiş olacağım bu dünyaya diyorum ya, nasıl görüyorsam dünyayı ve nasıl görmüşsem bir parça anlatabilmektir. Söyleyemediğim her şeyi süsleyerek, kurmacayla dışavurmaktır. Öyle çok kimliğe bürünürüm ki kimse bilemez hangisi rüya yahut maske. Tek gerçek var diye düşünürüm yolda yürürken, hissettiğim hiçlik, alnımın ortasına yapışmış bulantı. Ben yaşlıyım aslında inanır mısınız. Niye inanamayasınız, öyle ya, insanlar yalnız gençken mi düşünür hayattaki amacını? Oysa ben yalnızca gözlerimden bahsettim. Ah kahverengi, tüylü , sıcacık atkım. Babaannemden, saçlarını rüzgara vermiş gülümseyen o kadından yadigar. Yüksekte, uzakta ya da dibimde. 9,10... Uzaya falan gitme Eylül, buradasın işte asansörde, 19unda bir çıtırsın ve büyük bir kayıp yaşamadın. Her şeyin değişeceğini bu kadar sindirmeye uğraşmasana yahu sonra iki kez yaşatmış olacaksın kendine boktan duyguları. Sırası gelince yaşayıversen ne olur? Uğraşmasan bu kadar kendinle. Sırtımı dönüyorum aynaya ve pençelerime kapıyı aşağı itiyorum. Bir an önce varmak istiyorum, kendimle daha fazla başbaşa kalırsam yalnızca bir kişi sağ çıkacak. Kötüler de iyileri hep yendiğine göre ben bu asansörden yüreksiz katil olarak çıkacağım. 11,12... Gösterişten nefret ettiğime falan inanmayınız ben yalnızca korkuyorum.13. TAK! Ani bir hareketle duruyor asansör ve siyah ince topuklarım dolduruyor apartmanın sessizliğini. Eski püskü, kahverengi boyası yer yer dökülmüş çelik kapının önünde tereddütle durup zile basıyorum, birkaç defa. Açan olmayınca homurdanarak çantamdan anahtarı çıkarıp açıyorum kapıyı. Ciyaaaak diyerek açılıyor kapı.Ev karanlık, toz duman içinde. El yordamı ışığı buluyorum, etraf aydınlandığında bir gariplik seziyorum.Evet, ev bomboş. Ne ayakkabılık ne ayna duruyor yerinde. Hızlı hızlı atmaya başlıyor kalbim kan bir anda aşırı ısıtıyor beynimi. Derin soluklar alarak içeri dalıyorum. Annemi koltukta uzanmış televizyon izleyerek uyuklar bulacağımı, ablamı odasında telefonla konuşurken yakalayacığımı sanıyorm. Ama evde ne bir tek eşya var ne bir yaşam belirtisi. Yalnızca camda yansıyan buruşuk yüzüm. Terkedilmişim ben meğerse çoktan. Yoksa bu ev ben miyim? "Anne" diye mırıldanıyorum ve keşke ekmek bayat diye ona kızmasaydım. Ne saçma, koşuyorum, dışarıda sis var oysa sokaklar aynı görünüyor. Asansöre biniyorum. Derin bir nefes alarak gözlerime bakıyorum, 13 üncü kata basıyor parmağım. Eve gidip yazı yazmam gerektiğini düşünüyorum ve kendimi bilgisayar başında hayal ediyorum. TAK! 1,2,3...

DOT DOT DOT!!



Shopping & F***ing


Hamburger ekmekleri, tepsiler, kekler havada uçuşuyor ve iki insan birbirine ciyak ciyak bağrıyor, küfrediyor, vuruyor. Bunlar hemen iki adım önümde olurken ben, elim kolum bağlı öylece oturup yüksek gerilimi hissederek bakıyorum. Tiyatro oyuncusu ve seyirciler arasındaki o uçurum, sınır, resmiyet yokolmuş. Müdahele etmemek için kendimi nasıl tuttuğuma şaşarak olaylar karşısında dişlerimi sıkıyorum. Müthiş oyunculuk,  olayın gerçek olduğuna dair hiçbir şüpheye yer vermeyecek şekilde  göz kırptırtmadan izlettiriyor. Kalıplara meydan okuyan, cüretkar bir oyun. Aynı zamanda Türk insanının, -çoğu muhafazakar fikirler barındıran bir insan topluluğunun- önüne bu şekilde çıkmak büyük cesaret ister.
 Biraz başa alırsak; Dot, 2005 yılında Türkiyeye bir ilki getiren özel tiyatrodur. İngiltere'de doğmuş "yüzevurumcu" akımın ilk sahnelenişidir. Önceki oyunları kaçırmış olarak ben, izleme imkanı bulduğum ve şu an gösterilmekte olan üç oyunundan birinden bahsediyorum. 4 Kasım 2009dan beri gösterimde: Shopping and F***ing. Kendi sözleriyle kendilerini tanımlayacak olursak: "... Sadizm ve Marksizm ile yoğrulmuş bir kara komedidir. Hızlı ve şaşırtıcı sahneler, öfkeli ve hınzırca komik diyaloglarla örülü oyunda Ravenhill komedi ve çirkinliği savaştırır."
Uyuşmuş ve alışmış beynimizi sarsıntıya uğratıyor. Kimileri, eşcinsel ilişki yaşayan iki erkeğin canlandırıldığı sahnede "Iıyyy" "Cık cık cık" gibi yorumlar getiriyor kimileri kahkahalarla gülüyor. Açık söylemek gerekirse ben şoke oldum,kalakaldım. Sert ve ağır bir biçimde acıyı, nefreti, kimi gerçekleri yüze vuruyor da olsa oyundan çıktığım zaman ironik bir şekilde kendimi hafiflemiş hissediyordum. Belki de çok iyi yaşatılmış karakterlerle o an için kendimi özleştirip içimdekileri onlarla birlikte attığımı düşündüm ve rahatladım. Benim gibi çabuk sıkılan, dikkati dağınık bir insanı bile iki saat boyunca göz kırptırmadan izlettirdiler ya helal olsun. Vallahi şaştım billahi şaştım.
 NOT: Mükemmel oyuncu kadrosuna ne demeli. Serkan Altunorak-Melekler Korusun dizisinden hatırlayabileceğiniz-,Ece Dizdar,Tuğrul Tülek, İbrahim Selim, Mert Can Sevimli.