21 Aralık 2011 Çarşamba

Maskeli Balo

Oldum olası korkutur beni bu yol. Hele akşamları. Terkedilmiş eski püskü binalar büyük bir gizemle ve küskünlükle durur. İnsansızdırlar. Rüzgar onlara korkunç ve keyifli ıslıklar çaldırır. Yalnızca eksik olmayan birkaç serseri vardır sizi rahatsız etmeye her daim hazır. Koca sokakta işlevini yerine getiren bir tek lamba bulunur. Gariban gariban anca kendi etrafını aydınlatır, o da sonudur sokağın. Günlerden bir günün bir akşamı, işte yine girdim bu sokağa. Ellerim cebimde, başım öne eğik. Görünmezliğime tamamen ters düşen topuklu ayakkabılarım çınlatıyordu ortalığı. Issız duvarlara çarpıp çarpıp dönüyordu bana yankılar. Ben rahatsız, iyice gömülüyordum montumun içine. Oysaki sessizliğin bir parçası olmalıydım. Rüzgar, denizden gelen o güzel rüzgar okşamıyordu da kamçılıyordu yüzümü. Rahatsız değildim bu durumdan, gerçek bir nefes gibiydi, yaz güneşi altında geçirilen saatlerden sonra denize dalmanın verdiği ferahlıktı. İşte yine onlar. Şu lanet takırtılar nasıl da harekete geçirmişti güdülerini. Bir şeyler uyandırmıştı içlerinde. Hayvanlaşan bakışlar sesin geldiği yöne merakla dikiliyordu. Neredeyse kusacaktım bu durum karşısında. Korkudan çok bir nevi iğrenme bütün vücudumu sarıyor,sarsıyordu. Adımlarımı büyülttüm ve hızlandırdım. Nihayet ışığa vardım ve altında durdum. Şimdi zamanıydı işte. Işığın altı en zor zamandı. Koluma asılı çantamın içinde arandım. O pürüssüz mermeri, üstüne oyulmuş gülümseyen koca dudağı hissettim parmak uçlarım altında. Hemen kavrayıp çıkardım ve biraz öne eğilip alışkanığın verdiği çabuklukla takverdim maskeyi. Tam yüzüme göreydi bundan bir an bile şüphe duymazdınız. Artık rüzgarı hissedemiyordum ama o karanlık sokak geride kalmıştı. İki adım sonra insanların arasına karışmıştım, maskeli baloya varmama az kalmıştı.

10 Aralık 2011 Cumartesi

İstanbul

Adımlarımı izliyorum ve hep aynı komutu veriyorum kendime ,dışa doğru bas, biraz fazla dışa bas.
küçüklüğümden beri içe doğru kayan sağ ayağıma konsantre olmuş onu eğitmeye çalışıyorum. Minik
ayaklarımın yanısıra giden o büyük adamın ayaklarını izlediğimi anımsıyorum. İçe basma kızım dışa doğru bas.
O cilalı ayakkabılar, hangi ayağı taşıyorsa o yöne basardı. Bana yetişkin ve itici gelirdi.
Şimdi ne çirkin buluyorum edindiğim alışkanlığı.
Binanın önüne vardık nihayet, gereksiz gördüğüm ve geçmek bilmeyen
o yol o mesafe tükendi sonunda. Vedalaştık, adetim olduğu üzere arkama bir kez olsun dönüp bakmadan
içeri girdim, asansörün kapısını tuttum ve birdenbire- neredeyse istemsiz diyeceğim- kafamı geldiğim yola çevirdim.
Dönüşüm gibi ani, yoğun bir yalnızlık, terk edilmişlik vurdu yüzüme. Issız sokaktaki ağaçların ardına saklanmış cılız lamba, yaprakları oynaştıran rüzgarla birlikte bana oyun yapıyordu. Kaldırımda yüzeyi hafif hafif oynayan
bir deniz gördüm. Nereden bileceğim orada kimseyi görememenin beni böyle ürperteceğini. Eve çıktım ve varlığını unutmuş
olduğum o lanet sağ ayağım içe basa basa dolandım,düşündüm. Nihayetinde avuçlarımı açtığımda ellerim un ufak döküldü yerlere. Ve işte! Sen de parçalandın öbür hikayeler gibi. Dağıldın ,
yok ettin beni alıp götürdün! Böyle böyle ne yapalım. Yine gitmek gerekecek alın götürün beni buradan diye
yalvaramayacağıma göre.. Dank etti bana, bu kafa hiç doğru çalışmayacak. Ne yapalım? Yeni
 hikayeler yaratmak gerekecek. Yoksa uyuyamam efendim,
nasıl uyunur bu kırıkların çıkıkların arasında. Yüzüme bile bakamam, boynuma dolanan yılanlar keyifle tıslarken.
Hadi hoşçakalın şunun şurasında beni göreceğiniz birkaç yüz gün daha kaldı.

9 Aralık 2011 Cuma

hoptiripitaknaktaklap

Şu an seneler öncesinden kalan emektar laptopumun başındayım. O zamanlar dinlediğim şarkılara bakarken diyorum ki yani bunalıma girmemek mümkün mü bunlarla? Listeden birkaç örnek vereyim.
Epmyrium-  dying brokenhearted
Entwine- safe in a dream
Iamx- missile
Eloy- awakening
Theatre of tragedy- a distance there
Apocalyptica-  bittersweet 

Valla yazarken bile daraldım. Şimdi eski halimin karşısına çıksam "Evladım ne bu böyle dinlediğin? Aç Justin aç Rihanna aç kop kop hadi bakayım göreyim seni! Ha şöyle...Bunalım bunalım filmler izleyip evde duracağına çık dışarı, arkadaşlarınla piknik miknik yap. İçme çocuğum içme daha gençsin ne derdin var?Bırak elinden o bardağı yeşil çay iç kuzuuum!"
Hoş bunları bana diyenler zaten yok muydu, vardı elbet. Kafama vura vura anlatsalarmış. Sigara içtiğimi görmezden geleceklerine kafam terlik falan fırlatsalarmış. Suçu onlara atıyorum sanmayın ama evet atıyorum gençtik cahildik kardeşim. Şu yaşımda disiplin taraftarı oldum kendi halime içlenmekten. Heheeyt! At kadehi elindeeen bin parçaya bölünsüüün dökülsün meyler yereee hatıralar gömülsüün!

28 Kasım 2011 Pazartesi

Öksüzler

Sevgili Ushan Çakır bu oyundan çıkartılmasaymış her şey çok daha güzel olacakmış. O; ruh hastası, histerik kardeş rolü için biçilmiş kaftan. Bir insan hem psikopat hem masum olabilir mi canım? Valla Ushan oluyor. Çocukcağız in-yer-face akımının içinde dura dura etkilenmiş hatta akımın kendisi haline gelmiş olabilir. İnsanın devamlı büründüğü bir karakterden, üstelik bir de felsefesini benimsemişse, etkilenmemesi mümkün mü? Tabiki dizi setinde yaptıklarını destekliyor değilim zira bir kadına karşı şiddet gösterilmesini hangi vicdan sahibi aklı başında insan destekleyebilir? O zaten bu hareketle kendi hayatını, kariyerini yine kendi elleriyle kararttı. Dot ekibi de haklı olarak üstüne düşeni yapıp onu oyundan çıkardı. .Gösterilecek tepkilere karşı öngörülü olmak lazım gelmesinin yanı sıra zaten oyunlarının içeriği dolayısıyla da eleştiri bombardımanına tutulmaları an meselesi olduğundan yaptıklarını doğru buldum.  Şiddet olsun ensest ilişkiler olsun korkulan, yokmuş gibi yapılan her şeyi yüzünüze yüzünüze vurup sizi allak bullak ediyor olsalar da kendi içlerinden birinin gidip bir kadını darp etmesini destekleyecek değiller elbet. Amaçlarının bir nevi yüzleştirme, karanlık bıraktığımız yerlere ışık tutma ve bizi bunlar üzerine düşündürmek olduğunu sanıyorum. Hiçbir şehir tiyatrosundan böyle sarsıla sarsıla çıktığımı ben anımsamıyorum. İçinde duygu sömürüsü yok, kalıplar yok. Ve aklıma hep o soruyu getiriyor: Ben olsam ne yapardım?
Ushan'ın yerine oyuna aldıkları Yusuf Akgün'ün de hakkını yememek lazım. Suratının zaten insanı ürküten bir yanı var üstelik bu zorlu role kısa zamanda iyi adapte olmuş. Yine de tam benimseyememiş gibi geldi rolünü ya da ben onu benimseyemedim.Hep Ushan'ı düşündüm ah dedim sen olsan şimdi ne döktürürdün o doğal tavırlarınla bizi oyunun içine iyice çekerdin.  Ne diye yedin şu b**u? Diğer oyuncular mükemmeldi zaten. Mimikleri, konuşmaları, sanki sahnedeki halleri dışında davranmaları mümkün değilmiş gibi geliyor insana. Ah be Çakır! Seni de orada görmek gözlere şenlik olacaktı. Karakterin hakkını verecek, karakterin kendisi oluverecektin kesin!

24 Kasım 2011 Perşembe

pam pam pam PAAAM pam! Korkuyor musun ayışığı altındaki bu maskaralardan? SÖYLE dürüst ol! hişt hişt!  rampampam pam! Korkma gel, seveceksin. Gözlerini AÇ! AÇ gözlerini!  Geçmiş burada kaybedecek seee-siii-ni! Hişşşşt... Kaybedecek burada geçmiş. iii-zi-niii. Titriyorsun... Korkacak... hiçbir şey yok. pampampam PAAAAM! Bu maskenin altında gözlerden başka.. başka hiçbir şey yok. DİPSİZ! Parıldayan kuu-yuu-lar! ha-ha-ha! Anılar varsa!  boynunda zincirler! Korkma hişş hişş! Lup lup lup foşş foşş işte! işte ya batıyor dünya!  raks eden maskaralar taşır seni ayışığının...yoluna.

18 Kasım 2011 Cuma

Bütün bozuk paralarımı veriyorum kadına. Beş karış suratla "En sevmediğim paraları verdin" diyor. "Başka param yok" deyince iyice suratı asılıyor "100 lira versen bozsak daha iyiydi" Suratına bakıyorum geri zekalının. Sadece bakıyorum sonra çıkıp gidiyorum. Yürürken, o ses tonunu "sen" diye hitap edişini düşünüp, düşündükçe sinirleniyorum ve işte o an geliyor. Kan ellerime yüzüme bütün vücuduma süratle hücum ediyor, adeta birkaç derece ısınıyorum. Sanki beynim kaynamaya başlıyor gözümü bulutlar sarıyor. Dönüyorum. Geldiğim yolu geri yürüyorum. Soluklarım hızlı ama yavaş hareket ediyorum. İçeri giriyorum gidip kadının önünde dikiliyorum. Ahmak ahmak suratıma bakıyor ben gülümsüyorum kaşlarını çatıyor. Öne doğru eğilip "Gözlerime iyi bak. İYİCE bak gözlerime" Aptal gözleri yüzümde bir anlam aramaya çalışıyor. Sağ yanımda öylece sarkan kolumu kaldırıyorum, avcum sımsıkı kapalı. Yumruğumu bütün gücümle, rastgele suratına savuruyorum. Burnu çıtırdıyor kemiklerim altında, bağrarak yere kapanıyor. Adrenalin aniden, önce kalbimi sonra bacaklarımı sarıyor. Kendimi hemen dışarı atıp yokuş aşağı koşmaya başlıyorum, bütün gücümle. Hayal edebileceğimden çok daha hızlı koşuyorum ama en ufak bir dikkatsizliğimde yere yapışıp kafamı yarabilirim. Birbirine dolanacak sanki her an bacaklarım. Arkamdan "Dur!Yakalayın şunu!" diye bağırışan adamlar duyuyorum peşim sıra koşuyor olmalılar. Sokağın sonu üçe ayrılıyor, ortadaki yol aşağı, iskeleye iniyor. Sola dönüyorum. Saçlarım sağa seyirtip bütün suratımı örtüyor. Bir an yere kapaklanacak gibi oluyorum sonra saçlarımı savurup aynı hıza iki saniye içersinde tekrar kavuşuyorum. Ciğerlerimde nefes kalmıyor. Bir pasajın içine atıyorum kendimi. Girişin hemen yanına kapının ardına saklanıp bekliyorum. Her şey sakin, bağrışlar koşturmacalar yok. Cayır cayır yanıyorum, heyecandan mı koşmaktan mı yoksa ikisi birden mi? Uzunca bir süre bekliyorum orada, ne kadar zaman geçirdiğimi kestiremiyorum. Aklımda hiçbir şey yok. Sadece o an, o muhteşem an. Sanki tüm dünyadan çıkarmışım hıncımı, öfke kalmamış içimde. Gülmeye başlıyorum, kahkahalarla gülüyorum, bu bir ilk benim için.

15 Kasım 2011 Salı

Sadece İki Yol Anca Hatırlanır

Yerden tavana dek uzanan pencerelerin yarısı stor perdelerle örtülü. Sağ köşede uzunca ayaklı bir lamba ve yanında koca bir saksı içinde fil kulağı. Cilalı parkeler çıplak. Pencerenin hemen karşısında kapı ve yanında bir manzara resmi. Arada kalan kısımsa oldukça sade. Bir masa ve masanın bir tarafında patron koltuğu öbür tarafında çift kişilik deri koltuk.İlkinde, ipli gözlüğüyle sarışın, orta yaş üstü bir kadın oturuyor. Öbüründe ipince, derisi saydammışcasına kemikleri görünen biri. Kısa siyah saçlarının keskinleştirdiği sert yüz hatlarından, yüzündeki ifadesizlikten cinsiyetini kestirmek mümkün değil. Sarışın kadın kollarını masada birleştirmiş, öbürü sağ elini sol avcunun içine koymuş. Biri öbürüne bakıyor, öbürü yere ve düşünüyor. Derin, rahatsız edici bir sessizlik hakim. Siyah saçlı, sağ ayağını parmak ucundan kaldırıp daireler çiziyor, duruyor. Ayağını sağa sola çeviriyor. Sarışın, çenesini kenetlemiş sabırla bekliyor. Sonunda büyük koltukta oturan, yüzünü kaldırmadan, önce tek düze daha sonra giderek yükselen ses tonuyla konuşmaya başlıyor ve böylece ölüyor sessizlik. "O gün uyuyakalmışım otobüste. Rüyamda ciğerlerim delinmiş, aldığım her nefes başkalarına gidiyor. Tanıdığım tanımadığım.. Bakıyorum bana bir şey kalmıyor.Boğuluyorum, bir kez sadece bir kez diyeceğim ama sesim çıkmıyor onlar devam ediyor beslenmeye. BENİM nefeslerimden." Duraksıyor, doya doya derin bir nefes alıp gözlerini sıkıca yumuyor sonra aniden açıp o ürkütücü, vahşi bakışlarını kadına dikerek anlatmaya devam ediyor. "Afallamış bir halde kalktım, başım dönüyordu. O s**tiğimin insanları yine hepsi bana bakıyordu! Nereye gitsem nasıl giyinsem ne yapsam o s**ik bakışlar her daim üzerimde!" Burun delikleri genişliyor, alt çenesi öne doğru kayıyor. Karşısındaki kadın ellerini masaya koyup çaktırmadan tırnaklarına göz atıyor. Gördüğünden memnun, tekrar karşısındakine dönüyor. O ise sinirlendiği gibi ani sakinleşmiş, gözleri manasız bir köşeye takılı, duruyor. "Sesler bir an tamamen kesildi, hiçbir şey duymadım. İndim otobüsten, ulan dedim, şu otobüsü kullanan herif olsam bin kat mutlu olurdum.Yapamıyorum yani olmuyor. Erkekler pis pis bakar kızlar ciyak ciyak bağırır... Ne olacağım? Sonra işte çok sık uğradığım bir bar.." Söylediğinden rahatsız olup duraksadıktan sonra ağzını yamultup elini hızla sağdan sola savurarak "Aman be" diye mırıldanıp hikayesine devam ediyor. "Yani.. Her şey nasıl loş ortamda güzelse,bütün b**ktan şeyleri nasıl estetik gösterebiliyorsak falan filan hayatı da o açıdan görmeyi seviyorum.Öyle oradan başka yerden. Anca güzel geliyor bana. Katlanabiliyorum . Amuda kalkıp görmek gibi, alışılmış dışı." Yüzünde bir tebessüm oluşmaya başlamış, ayağa fırlıyor ve pencerenin önünde volta atmaya başlıyor. "Bu... Nerede biteceğini bilmediğim, dünyanın cehennemine uzanan bir çukur. Bazen bir şeylere çarptığımda , bitti sanıyorum ama..." Aniden duraksayıp kocaman adımlar atarak sarışının dibine geliyor ve hızlı hızlı, büyük bir heyecanla "Öyle derindir ki, düştükçe düşersin sonu geldi sanırsın asla bitmez. Elini bir kez daldırdın mı kendini kurtarmak için aynı darbeleri tekrar tekrar alır düşersin. Milletin ruhu duymaz." diyor ve ardında gelen ahmak sessizliğin içinde bir süre bekliyor. Sonra yine ani, kendini koltuğa bırakıyor sırt üstü, yorgun. Elleri iki yanına düşmüş bekliyor. Boğazını temizleyip gözlüğünü indirerek sonunda sözü alıyor orta yaş üstü. " Adsız Alkolikler Derneğini duymuş muydun Siyahcım? Orada çok yardımcı oluyorlar. Yaşlı, genç birçok kişi senin gibi başından geçenleri paylaşıyor. Sıcak bir ortam çok faydalı ve..." Siyah, yüzü korkuyla çarpılmış, şaşkınlıktan gözleri kocaman açılmış bağrıyor "Hiç mi dinlemiyorsun anlamıyorsun beni be kadın! Alkolik olduğumu nerden çıkardın? ULAN hepinizin hepinizin ben var ya..." Masadaki kalemliğe sol eliyle kuvvetli bir tokat savuruyor ve ince uzun bacaklarını yine büyük büyük açarak çıkıp gidiyor. Hışımla çarptığı kapının rüzgarı masadaki kağıtları havalandırıyor. Sarışın, eli göğsünde derin soluklar alarak koltuğuna yaslanıyor. "Ay... ay delirmiş bu.. Vallahi delirmiş bu! Aynı babası!"

5 Kasım 2011 Cumartesi

saçma bir uydurmaca bir atmaca

Gıcırdayan tahta kapıyı itekleyip içeri giriyorum. Loş, gürültülü ve kalabalık.Sigara dumanından göz gözü görmüyor. Herkes yine son derece ahmak. Müzikler de bok gibi. Yine keyifsiz bir akşam anlayacağınız. Pencere kenarına gidip duvara yaslanıyorum ve dışarıyı izliyorum kollarım sımsıkı birbirine kenetlenmiş halde. Arkadaşlarım beni birileriyle tanıştırıyor herkes gevşek gevşek elimi sıkıyor, kimsenin yüzüne bakmıyorum doğru düzgün. Sonunda bir el sımsıkı kavrıyor avcumu, meraklı gözlerim aniden kalkarak kimmiş bu diye dikiliyor karşıdakinin yüzüne. Çarpılıyorum, düşüyorum, dağılıyorum sanki o an. Hayatımda hiç bu kadar siyah, bu kadar koyu gözler görmemiştim. Keşke daha iyi tarif edebilsem , bir yolu olsa bunun. Okyanus etkisi gibi. Aynada gittikçe çoğalan görüntümü yakalamaya çalışıp sonsuzluğun içine düşmek gibi. Sonu olmayan bir kuyuya bakıp başım dönerek yuvarlanmak, gondola bindiğimde içimin çekilişi, tam uykuya dalacakken düşüyormuş hissiyle sıçramak, döne döne giden içine çeken girdaplara düşmek...  "Merhaba" diyor "İyiyim" diyorum sonra utanarak başımı öne eğiyorum. Hem Yakışıklı Hem Espirili Aynı Zamanda Çapkın Olmayan Entelektüel Çocuk gülüyor evet evet bana gülüyor! "Ne konuda iyisin?" "Çok iyi gazete okurum." Kısa bir an düşünüyorum. "Evet bir de iki saniyede en toplu odayı darmadağın edebilirim." Gözleri yarı hayran yarı şaşkın açılıyor-belki de meziyetlerimi böyle sıralayarak kendimi hemen övmemeliydim- "Vay etkilendim gerçekten. Benimle evlensene?" "Olmaz evliliğe karşıyım saçma buluyorum." "Eğlenceli olur hadi gidelim" Elele yürüyoruz sokakta, çok sevimliyiz. O gün her şeyi ama her şeyi, kendime ait ne varsa, bırakıyorum. Geçmişimi geleceğimi hayallerimi düşlerimi derslerimi odamı  arkadaşlarımı sokağımı depresyonlarımı mutluluklarımı posterlerimi babaannemin resmini mumlarımı dergilerimi kıvrılıp bükülmüş çizilmiş kitaplarımı kendim monte ettiğim masamı sandalyemi gömme dolabımı giydiğim giymediğim eski yeni güzel ve beni çıldırtan kıyafetlerimi filmlerimi laptopımı telefonumu koltuğa uzanmış televizyon seyreden canım annemi tek başına yürüyen babamı işten yorgun argın dönen ablamı gidilmiş gidilmemiş ve gidilecek tiyatrolarımı loş banyoyu...hepsini hepsini terk ediyorum. Sadece bir çift karanlık göz alıyorum yanıma.
İkimize ait, bu yeryüzünde hiçbir şeyin olamayacağı kadar sağlam surlarla çevrili bir gezegen yaratıyoruz.. Birçok yer geziyor, değişik şeyler tadıyor kimi zaman aç kalıyoruz, üşüyoruz, sırılsıklam terliyoruz. Birçok değişik insan tanıyor  her gece farklı bir yerde uyuyor tehlikeler atlatıyor ve çok, çok gülüyoruz. Bazen  bağıra çağıra ağlıyorum o da bana sarılıp hıçkırıyor, sarsılıyor. Sohbet ediyoruz. Ama asla, asla önceki hayatımızdan, geçmişten bahsetmiyoruz. Hiç konuşmadan saatlerce birbirimizin gözlerini incelerken, hep o siyahlığın içinde neler vardır diye hayal ediyorum. Ona hayatlar uyduruyor, başrolü oynadığı hikayeler kurguluyorum. Sormadım hiç sormadım, merak etmediğimden değil ama bilmek istemediğimden. .Korktuğumdan. Bir ömürlük zaman geçirdikten sonra ben daha hala merak ediyorum onun ne çeşit ne denli ağır bir mutsuzluğu vardı ki hiç tanımadığı biriyle gitmeyi göze aldı? Neler gördü, uçurumundan ne kadar çok acı ve gözyaşı yuvarlandı acaba? Birini sevmiş miydi?
Şimdi sıcak sudan mıdır yaşlılıktan mı buruşmuş parmaklarıyla yüzüme dokunuyor...
Ben hala kendimi dipdiri, genç hissediyorum ve ona gülümsüyorum. Yine o tanıdık gözlerde hipnotize oluyorum, bir ışık ararcasına simsiyahlığa bakarken kendi yansımamı da görüyorum. Bu kez ben de varım o gizemli büyülü sonsuzlukta. Sarhoş oluyorum mutluluktan.
Şimdi bu gaz yağı kokan soğuk odada birazdan yanına uzanacağım ve fazla yaşlanmadan, hastalanmadan sadece bir alev evet ufak bir kibritle ne varsa bütün sırları, yolları aydınlatacağım. Bir anlık, sonra uykuya dalacağım ve zamanın yaşanan başka bir anına düşeceğim, bu kez o olacağım.
Şirince,Türkiye. 2020

29 Ekim 2011 Cumartesi

Ak'la Kara

Dik merdivenleri inerken babamın söylendiğini işitiyorum: " Getirdin bizi uyduruk yere" Bir şey demiyorum zira benim de ilk gelişim. Risk almadan bilemezsiniz; yeni bir yer, yeni bir lezzet, yeni herhangi bir şey nasıldır. Kötü çıkma ihtimali ne kadar hazırlıklı olsanız da mevcut. Peşinizde sürüklediğiniz başkaları da varsa kişi sayısı kadar katlanıyor riskiniz. Merdivenlerin bitiminde insanlar ellerinde içecekleriyle dikiliyor ve bizi inceliyorlar. Biz de adımımızı atar atmaz bu ufak mekanı incelemeye başlıyoruz.  Ben yeniyim diye bağırıyor eşyalar, her şey yalın. Duvarda asılı maskeler, tahta sandalyeler ve yeri boydan boya kaplayan kırmızı halı hoşuma gidiyor. Ufak büfeyi görünce birbirimize bir bakış atmamız yeterli oluyor.
Elimizde zavallı çikolataların parçalanmış kıyafetleri, salona geçiyoruz. İçerisi çok daha şık. Parlak altın renkli duvar kağıtları, antika koltuklar, dolaplar, eski bir radyo. 1950 lerin ortasına düşmüş gibiyiz. Yüksek belli uzun eteğinin üstüne giydiği gömlek-kemer ve at kuyruğu yapılmış saçlarıyla bir kadın giriyor içeri. Dışarıda kar var rüzgarın uğultusunu duyuyoruz. Şöminenin önünde ısınmaya çalışırken olaylar da böylelikle başlamış oluyor...
Babamla olmanın özelliklerinden biri (artık avantaj mı dersiniz dezavantaj mı size kalmış) , her şeyi önceden kestiriyor olması. "Şimdi o çekmeceyi açacak içinden palyaço çıkacak" derse saçmalama dememeyi öğrenmek gerek. Bir şekilde biliyor işte! Dolayısıyla aramızda kimin katil olduğunu anlayıveriyor. Bense aldatmacalara kanıyorum, kendisi bir dedektif olsa da sevgili kızına vermemiş bir ipucu!
Onun memnuniyetini görmekten -kendi memnun oluşum onun olması kadar mühim gelmiyor- mutluyum. Yokuş aşağı inerken rüzgar yüzümü parçalıyor olsa da gizemli bir şeylere odaklanarak sıkı sıkı montuma sarınıyorum. " Sende kansızlık var" diye laf etmesini istemediğimden gıkımı çıkartmıyorum.
Nihayetinde, bir pişmanlık yok ikimiz de çok beğeniyoruz Agatha Christie'nin oyununu. 60 yıl önce gerçek bir cinayetten esinlenerek yazılmış. Oyunculuk, köstümler hepsi güzel.
Zihnimde Fare Kapanı'nın melodisi çalmaya devam ederken, benim katilimi de bilebilecek mi acaba babam, merak ediyorum.

16 Mayıs 2011 Pazartesi

Demokratik Medya

       Özgür bir medya, bir ülkede "demokrasi var" diyebilmemiz için gerekli olan temel yapı taşlarından biridir. Hiçbir baskı altında kalmadan ve haberler manipüle edilmeden medyanın varlığını sürdürmesi önemlidir. Kamuoyunu oluşturan medyadır dolayısıyla kitleler üstünde büyük bir etkiye sahip olduğu söylenebilir. Ama aynı zamanda bu kitlelerin sahip olduğu seslerin tamamını yansıtmak da medyanın görevidir. Elbetteki demokrasinin olduğu yerde ancak bunu söz konusu edebiliriz. Bu aynı zamanda gerçeği yansıtmak demektir nitekim gerçeği apaçık bir şekilde göstermeyen ve gizli sansür uygulayan medyanın işlevinden sapması ortaya çıkar. En gerekli özellik yani objektif olma özelliği yitirilmiş olur. Varolana ayna tutulmadıktan sonra çoğulcu bir demokratik düzenden söz edilemez.
      Vatandaşların siyasal görüşlerinin de oluşmasına katkı sağlayan medyada özgür tartışma ortamının da sağlanması gereklidir. Her türlü düşüncenin yer almasıyla birlikte gerçekten adil ve demokratik bir medya oluşumu sağlanabilir. Demokrasinin gelişmediği ülkelerde ise bu tam tersi bir şekilde kullanılabilir; baskı kurmak ve aynılaştırmak için. Yalnızca tek bir söyleme maruz kalan insanların düşünce yapılarının da kuraklaşmasına neden olunabilir böylelikle. Bağımsız seçim yapılabilmesi için gerekli bilgilerin sağlanıp ardından da dünyada olup bitene dair çeşitli bilgiler tek bir bakış açısı olmadan sunulmalı ve en önemlisi de çoğulculuk desteklenmelidir. Ancak ne yazık ki sermayeyi, gücü elinde bulunduranların çıkarlarıyıla tüm bu demokratik medya için gerekli olan özellikler çatışmaktadır. Demokrasiden uzak ve baskıcı bu tutumları da eleştirmek ve kendince denetlemek görevi de yine medyaya düşer. Yani bir nevi halkla hükümet arasında köprü olşturur.
Bir haberin medyada nasıl, hangi boyutuyla ne biçimde ve ne kadar derinlikli bir halde yer aldığı da önemli bir etkendir. Yalnızca tek taraflı ya da yetersiz bilgilendirme yapılması da demokratik, özgür düşünce ortamına aykırı olacaktır.
       Gazetecilerin çok iyi eğitilmiş olması gerekliliği, gerçekleri kendi süzgeçlerinden geçirip yazıyor olmalarıdır. Habercilerin objektif olmasını yanı sıra insanları görüşleriyle etkileyen köşe yazarlarının birikimli ve söylemlerinde gerekli dikkati uygulayan insanlar olması gerekmektedir.  Yalnızca genelde değil en küçük ayrıntıda dahi medyada özgürleşmenin olması gerekir, ve insanların hayatından kesitler sunan onlara daha yakın olduğu için daha gerçekçi gelen yerel medyada burada önem kazanır.
      Ötekileştirme, dışlama olaylarının varlığı medyanın varlığından da öncesine dayanır ancak bir yansıtıcı ve tetikleyici olarak önemli güce sahip medyanın da bunda etkisi yadsınamaz. Gerçek yalnızca "doğru" lardan oluşmadığı için ve medyanın her türlü söylemi barındırması gerektiğini de savunduğumuzdan elbette ki  ırkçı, faşist söylemler de medyada yer bulacaktır. Ancak burada dikkat edilmesi gerekenin denetlenmiş ve kutuplaştırmaya götürmeyecek şekilde düşüncenin söylenmesi olduğunu düşünüyorum. Demokratik olmanın bir koşulu demokratik olmayı istemeyene de yer vermek değil midir? Faşist yaklaşımlara karşı olanlar da onlara kızgınlığını yine bu şekilde dile getirirse şiddet karşıtı olmanın ne anlamı kalacak? Nefret söyleminde tetikleyici rol oynayan ve hayatımızın içinden verebileceğimiz çarpıcı örneklerden biri ekonomik durumlar olacaktır. Bir kesim karnını doyuramazken karşısında aşırı lüks otomobiller ve evlerden vazgeçmeyen öbür bir kesimi gördüğünde muhakkak ki bir nefret ve haksızlığa uğramışlık hissi duyacaktır. Medya bunu yansıtacaktır elbet ama nasıl olduğu da yine ona kalmış, tetikleyecek mi çareler mi arayacak?
       Defne Joy Foster'ın ölümünün ardından medyanın bunu gerek attığı başlıklar gerek yaklaşımı açısıdan olay yaratacak bir malzeme olarak kullanması ve ardından hakkında yapılan yorumlar büyük yankı uyandırmıştı. Son olarak Hıncal Uluç'un "Su testisi su yolunda" yorumuyla son noktaya ve gelindi ve akabinde de bu cinsiyetçi yazılara birçok tepki yağdı. Twitterda başını Vivet Kanetti'nin çektiği "Defne Devrimi" de böylelikle başlamış oldu. Başka Bir Medya Hakkımız başlığı altında medyanın demokratikleştirilememiş olmasını ve kullanılan erkek egemen üslubu eleştiren bir yazı yayımlandı. defnedevrimi.com olarak açtıkları internet sitesinde  imza toplayarak bu devrime ön ayak oldular. Daha nice önemli olaylar olurken Defne Joy Foster "cinayeti"nin özel hayatın mahremiyeti kullanılarak gazetelerde ilk sayfada yer tutması bu duyarsızlığın bir göstergesiydi. Tüm bunlara dur demek için de bir adım atılmış oldu.

14 Mayıs 2011 Cumartesi

Kollarından sımsıkı kavradığım kadını olanca gücümle sarsıyorum "Ne yaptın sen? Ne yaptın? NE? Söyle bana, ne yaptın?"  Bir yandan da yüzümün sırılsıklam olduğunu, gözlerimin ağrıdığını hissediyorum. Dişlerim zangır zangır titrerken birdenbire burada ne işim olduğunu bu kadının kim olduğunu hatırlayamadığımı fark ediyorum. Kadının kısa ve seyrek kirpiklerinin altındaki minik ela gözler kesinlikle aptal olmayan ama biraz cahilce bakışlarını dikmiş üzerime. Sabit, hiç oynamıyor. Kısa bir an için pıt pıt kırpılıyor göz kapakları ve ince dudaklar belli ki uzun süredir kenetlenmiş olmanın etkisiyle birbirinden zorla ayrılarak ezik sesli bir cümle çıkartıyorlar " Sıdıka, su getir kızım." Nereden çıktığını anlayamadığım bir siluet fırlıyor ve çıkıp gittiği kapının rüzgarını yüzüme çarpıyor. Sonra kadının kolları ellerimden kolayca kurtuluyor ve - vay canına amma güçlüymüş- beni küçük bir çocukmuşumcasına kaldırıp alçak divanın üstüne oturtuyor. Hiç karşı koymadan öylece bakıyorum. Ellerim masumca iki yanıma düşüyor yalnızca. İki elini karnında birleştirip karşımda dikilen kadın gözleri yarı kapalı hızlı hızlı kıpırdatıyor dudaklarını, belli ki dua ediyor az biraz da sallanarak. 12-13 yaşlarında bir kız kadının arkasında beliriveriyor ve - yüzü yaban domuzu görmüşçesine çarpılmış bir halde- "Al ana." diyor. "Misafire ver Sıdıka kızım." Kız ürkek ve "Böyle misafir mi olurmuş" dercesine kızgın, suyu uzatıyor. Kana kana içiyorum suyu ve bardağı gerisin geri uzatarak kaybettiğim aklım burada nereye saklanmış diye etrafa göz gezdiriyorum. Loş bir oda burası, sesi kısılmış bir televizyonda eski bir Türk filmi oynuyor. Pembeli morlu güllerle bezeli aşınmaya yüz tutmuş  örtülerle kaplı iki alçak divan var, bir de meşe rengi sehpa duruyor, elbette ki beyaz dantellerle örtülü.Ama ben aklımı bulamıyorum işte. "Bak kızım, bak Eylül'cüm, inan benim bir suçum günahım yok. El bebek gül bebek büyüdüydün sen.. Valla diyom bak Eylül... Yüzüme bak bakayım." Aman Tanrım! Öyle ya aklımı peynir ekmekle yemiş olmalıyım ben!  En son AŞTİ'deydim otobüsten inmiş adres soruyordum, meğerse gerçekten de koymuşum kafaya, kalkıp İstanbullardan buralara gelmişim. Hayal meyal canlanıyor gözümde... Kimbilir daha başka neler var şuursuzca yaptığım. Kadın dizlerini sıvazlamaya başlıyor " Ah kızım sen ne ettin.. Ah ya ben ne ettim..." Ağlamaya da başladı. "Öyle ya.. herkes ne ettiyse ben de onu ettim seni yalnız komadım ki." Aptal kız! Burada da mı yalnızlığından yakındın! Aptal! "Kusura bakmayın" diye mırıldanmayı akıl ediyorum sonunda, kendimi biraz toparlamış olacağım. Kadın aniden duraklıyor ve kocaman açtığı gözleriyle şaşkın şaşkın kafasını biraz uzatıp - ama tedbirli bir mesafeyi de koruyarak- beni inceliyor. "Ben de pek inanmamıştım zaten." adeta bir rahatlama duyarak söylüyor bunları ama hala şüpheli bir tınısı var sözlerinin. "Neye?" "Yani... Öyle bir şey yapcağına... Ne bileyim ben öyle siyah kutulara mutulara." Neden bahsediyor bu kadın? Anlaşılan sadece ben değilim aklı yitmiş olan. "Siyah kutu?.." Kadın çekingen ve ürkek "Canım işte birer parça saklıyomuşun ya yalnızım deyi." Ağlamak üzereyim artık cidden sinirlerim bozuluyor. "Neden bahsediyorsunuz anlamıyorum." Kim olduğunu bile bilmediğimi söylesem buracıkta işimi bitirirlermiş gibi geliyor. Gülmeye başlıyor. "İlahi Eylül şaka mı yapıyodun kız ben de gerçek sandıydım. Ne tuhaf tuhaf şey diyodun öyle ha-ha ho-ho! Arkadaşlarının bir parçasını kesiyomuşun da ne bilem parmağını felan yani. Ne komik kızmışsan ho-ha-ha!" Ağlamaya başlıyorum çünkü bu çok korkunç. "Ben öyle bir şey yapmadım." diyorum, "Biliyom biliyom ah-hah-ha ilahi... Öyle yalnızmışın ki anca böyle insanlar seni sevecek demişsen de..."  "Ben sizi pek çıkartamadım." diyerek artık salya sümük ağlmaya başlıyorum ama kadın, dizlerini döve döve gülmeye devam ediyor. "Nası tanımadın kııız Satılmış ben ha-ha-ha çok komikmiş bu ya" Satılmış diye birini nerede tanımış olabilirim ki. "Tee nerelerden kalkmış gelm..." Onu dinlemeyi keserek düşüncelere dalıyorum. Satılmış...Satılmış...Çocukluk,küçüklük geriye daha geriye... Daha ufacık bebeklikten, 3 yaşına kadar, dediklerine göre. Öyle ya. Bir suçlu bulmak istiyorsanız olabildiğince geriye gidin. Sakince kalkıyorum ve hala gülmekten katılmakta olan kadının burnunu tek bir hamlede kolaylıkla koparıyorum, yani kesiyorum. Öyle savunmasızdı ki pek kolay oldu, bu kadar güçlü olmasına rağmen, sanırım en kolayıydı. Oluk oluk akan kana bakarak şaşkın ve güçlü çığlıklar atmaya başlıyor. Kan, o beyaz dantellerin, güllerin ve Tarık Akan'ın  üzerine sıçrayıp asılı kalıyor. Gülüyorum "Senin parçanı koleksiyonuma koymayacağım ama."

6 Mayıs 2011 Cuma

Boş boş yürümeye devam ederken- yürüyüş iyi geliyor, öfkem dağılıyor biraz- uzun zamandır görmediğim, Ankara'dan bir arkadaşım geliyor aklıma; Bennu. Mecidiyeköy'de tek başına yaşıyor, kendi evi var. Baya çılgın kızdır üstelik, belki bu bunalımı üstümden atmamda yardımcı olur. Bir an aptalca bir umuda kapılarak aptalca bir heyecanla arıyorum kızı. "Aa tabi gel" diyor "Yemek de hazırlarım. Yalnız, gelirken Cumartesi alırsın değil mi?" Sevinçle yola düzülüyorum, Cumartesi, ikimizin de sevdiği ve yıllardır içtiğimiz bir şarap. Neyse işte iki şişe şarap da alıp gidiyorum. Beni gördüğüne sevinmiş gibi. Coşkuyla sarılıyoruz, hemen sohbet muhabbet, kakara kikiri. Tabi kadehler de doluyor hemencecik. Ben normalde çabuk sarhoş olmam, olsam da hareketlerimi kontrol altında tutabilirim, gerçekten.  Ama nasıl oluyorsa- belki de o kakaolu kekin içine bir şey koymuştu.-yaklaşık iki saat içinde acayip kafayı buluyorum. Sonra Bennu'nun odasında yatağın yanında yere çömelmiş CDlere bakarken gözüm duvara dayalı duran sandığa takılıyor." Ne var bunda Bennu?" diyorum ama beni duymuyor, içerde son ses "You know I'm no good" çalıyor ve o da anlaşılmaz bir şeyler bağırıyor -şarkıya eşlik ediyor da olabilir- . Ben de o yüzsüz merakıma yenilerek açıyorum sandığı ve özenle katlanıp konulmuş bir gelinliğe rastlıyorum. Güzelce çıkarıyorum içinden, sonra soyunuyorum ve üstüme gelinliği geçiriyorum. Biraz antika gibi dursa da GERÇEKTEN çok hoş bir gelinlik bu. Kolları ve yakası dantel, daracık beli ve etekliği satenden. Labarıklığı tam kıvamında, biraz da kuyruğu var. Tanrım ne kadar güzel, hep hayalini kurduğum gibi. Ben hayran hayran aynaya bakarken birden Bennu giriyor içeri. Önce bakakalıyor, ben de ona utangaç utangaç gülümsüyorum. "Ne yaptığını sanıyorsun gerizekalı? Çıkar onu!" diyor. Kalbim kırılıyor ama fazla ciddiye almıyorum. O yokmuş gibi davranarak aynaya dönüyorum tekrar. "Sana diyorum! Ne hakla giydin onu? Kim oluyorsun sen ya? ÇIKAR ONU HEMEN!" Bu kız gerçekten sinirimi bozmaya başladı. Eminim bu gelinliğin içinde en güzel ben durduğum içindir. Neden bu kadar kıyamet kopardığına bir anlam veremiyorum o an, zaten eski püskü sararmış bir şey yani. Neyse, eteklerimi toplayıp salona geçiyorum, Bennu da peşimden geliyor, sanırım ağlamaya da başladı şimdi. "Delirdin mi sen? Duymuyo musun beni? Lütfen çıkar onu çok değerli benim için." Öff iyiden iyiye canım sıkılıyor artık. Ve işte en sevdiğim şarkı başladı; Im your man. Kendimi düğünümde düşlüyorum, hayali damatla dans ediyorum. O ağlak şey sonunda biraz aklını başına toplayıp sakinleşmiş, koltukta oturarak beni izliyor. Ona gerçekten içten gülümsüyorum. Ama o salak ne yapıyor? Bir anda üstüme atlıyor, sinsi bir çita gibi. Ama o en değerli nesnesi üstümde ya, yine de dikkatli davranıyor, omuzlarımdan tutuyor sıkıca ve parmak ucunda durarak gelinliğin kuyruğuna basmamaya çalışıyor. Komik bir görüntü. Bu haliye iki ayağı üstünde kalkmış danseden köpekleri andırıyor. Ben tabii gülmeye başlıyorum, onun iyice sinirleri bozuluyor ve boğazıma yapışıyor. Bu şakanın tadı kaçtı artık çünkü bu iri yarı şey göründüğünden de güçlü, nefes alamıyorum. kk-kk diye sesler çıkıyor ağzımdan ve canım yanıyor. Bir şeyler yapmazsam bu gözü dönmüş deli öldürecek beni. Elimi arkamda duran koltuğa doğru uzatarak yokluyorum ve ilk elime gelen şey, boş bir şarap şişesi. Hiç düşünmeden kavrıyorum ve tüm güçümle kafasına indiriyorum. Tanrım... Hayatımda ilk kez böyle bir görüntüyle karşılaşıyorum, umarım siz hiç karşılaşmazsınız. Ama ilginç değil de denemez hani... Kafaya inen şişenin onlarca parçaya ayrılmasıyla o iri yarı şey de yavaş yavaş, sarsıla sarsıla yere düşüyor. O sallanan gıdısı, yuvasında kayıp giden gözleri falan, boğazım acımıyor olsa neredeyse güldürecek beni. Ama canım yandığı için hiç komik gelmiyor bana şu an bunlar.  Paldır küldür yere düşüyor ve ne yazık ki yarılan kafasından fışkıran kanlar gelinliğe bulaşıyor. Sonra ben perdeleri aralıyorum ve İstanbul manzarasına karşı, üstüme kan bulaşmış gelinliğimle gülümseyerek dansediyorum. "İf you want a lover I'll do anything you ask me to. And if you want another kind of love I'll wear a mask for you..."
Giyindim, hazırlandım, sanki her şey normalmiş de ben okula gidiyormuşumcasına anneme "Görüşürüz annişko" dedim o da bana " İyi dersler canım öptüm" dedi. Evden çıktığımda derin bir soluk aldım ve asansörü beklerken camdan dışarıya daldım. Birazcık dikkatliyseniz o sahtekar gülüşümün altında gözlerimin zıvanadan çıkmak üzere olduğunu görürdünüz. Neyse apartmandan çıktım, hava kapalı ve rüzgarlı, yağmur henüz yağmıyor ama belli ki az sonra tüm hiddetiyle bastıracak. Zaten benim de ihtiyacım olan şey bu. Hiddet. Bağırıp çağırmayı, her şeyi darma duman etmeyi böylesine çok arzularken bu kadar sakin kalabilişime hayret ediyorum. Avuçlarımı ve çenemi sımsıkı sıkıyorum bu kendimi tutmam konusunda bana oldukça yardımcı oluyor-kendimi tutmasam katliam falan çıkarabilecek güçteyim sanki-. Nereye gideceğimi bilmiyorum, aslında canım hiçbir şey, hiçbir yer istemiyor. Karşında müthiş dağ manzarası, sen sıcacık jakuzide olacaksın, Johnny Depp kahvaltını getirip sana masaj yapacak deseler yine de istemeyecek durumdayım yani o kadar sıkılıyorum her şeyden. Eğer böylesine bunaltıcı, boş ve saçma gelmeseydiniz bana belki biraz daha işe yarar olabilirdim. Kimbilir bu da bir avunutu olabilir, akıp geçen fırsatları elimde bir adet ince saplı kadehle oturup izlemenin verdiği vicdan azabına, ilerde dövünecek olmama bir küçük mazeret... Yapabilirdim de yapmadım! K**ımın kenarı...
Ne olurdu yani bir kişi, yalnızca tek bir kişi olsa yanımda, bana hiçbir şey sormayacak beni yönlendirmeye çalışmayacak, tüm rekabetlerden, kötü hisleren arınmış olacak. Ya da yapmayı sevdiğim tek bir şey olsaydı, hayatı yaşamaya değer kılacak, yaparken bir işe yarayacağım, dört elle sarılırdım yemin ediyorum. Ne olurdu yani en azından ikisinden biri olsaydı. Zaten hiç sevdim mi bir şeyi inanın hatırlayamıyorum.
Evet şimdi ne yapmalı? O lanet, saçmalıklarla dolu yere gitmeyi hiç mi hiç istemiyorum. Aslında gitmem gerek o gerek bu gerek. Hani sen otoriteye karşı gelmeyi seviyordun baba, ama okula gitmediğimi duysan canıma okurdun!
Her neyse. Tüm bunlar geçerken aklımdan, atıştırmaya başlamış yağmurun altında yürümeye devam ediyorum. Her adımda kendimden de insanlardan da biraz daha nefret ederek yürüyorum.  Nereye gideceğim ben şimdi? Hiçbir yer diye bir yer olsa keşke ben de orda hiçbir şey yapsam. Yanımda da hiçbir kimse olsa. Ne mutlu olurdum. Ya da tüm dünyanın hakimi olsam, belki birazcık eğlenebilirdim. Yani birazcık.
Daha iyi olduğumu, göründüğümü mü düşünüyorsunuz? O zaman gerçekten aptal olmalısınız. Ama aptal olabilecek kadar beni tanımıyorsunuz zaten. Beni tanısaydınız da bir süre sonra varlığınıza katlanamıyor olurdum. Mutlaka gözüme batacak bir özelliğinizi bulurdum. Siz de belki biraz uğraşır sonra da usanırdınız. Tabi seviyeliyseniz. Yoksa bana saydırır, söver  ve benden nefret ederek giderdiniz. Ben tabi o her zamanki inatçı sessizliğimle yüzünüze bakardım. Bazı insanlar doğuştan şanslıdır bazıları doğuştan kaybedendir, bir de sonradan kendileri kaybeden olmayı seçenler vardır. Ama sonradan şanslı olamazsınız, o sadece bu aptal sistemin verdiği kararla mümkündür. Sizin bu konuda hiçbir söz hakkınız ve değeriniz yoktur. Ne demişler, yani tam olarak böyle değildi ama bir birim şans binlerce kilometre akılla eşdeğerdir. Şimdi derse gitmem gerekiyor, NEFRET EDİYORUM ama mecburum. Düşündükçe bir tiksintiyle titriyorum.

astral seyahat 2

Evimin gökyüzü kapısından dalıyorum içeri. Kafamda kimbilir ne düşüncelerle binlerce kez geçtiğim sokakların üstünden geçiyorum, lekeler bile aynı duruyor yolların ortasında, hiç değişmemiş. Yoksa bunlar yalnızca benim hatırladığım haliyle mi yeniden karşımda? Sarı sarı ışıkların yollara vuruşu, bekleyen çöplerin akıttıkları sular. Hep gittiğim eczane, şarap aldığım market, hatta beni eve götüren otobüsler bile aynı yerli yerinde. Ancak bu şekilde mi yeniden karşılaşacaktık seninle?
Şimdi,pek tabi belli nereye uğrayacağım. Hatırımda kalan nadir yerlerden biri, onun oturduğu sokağın  köşesindeki pastane... Öyle uzun zaman oldu ki gerçek miydi değil miydi diye içime kurt düşüyor. Ama hayalini kurduğum anda pat, oradayım işte. Neden kimbilir, şimdi karanlık ve ıssız, yağmurlarla yıkanıyor. Bir an dalgınlığa düşüp camdaki yansımama baktığımda, yalnızca onun simsiyah gözleriyle karşılaşıyorum. Sanki bir yabancıymışçasına... Üreperiyorum.  Elimde olmadan hatırası o müthiş kudretiyle can buluyor ve gözlerimi yumuyorum. Gülüşü hiç değişmemiş olacak.
Göz kapaklarımı yavaş ve ürkek aralıyorum,yatağının ayakucunda bir sandalyeye tünemiş buluyorum kendimi. Rastgele fırlatılıp atılmış, kemeri arkaya sarkan bir okul pantolonu var oturduğum yerde-oysa ki liseyi bitireli yıllar olmadı mı?-. Uğuldayan bir sessizlik var, yalnızca düzenli nefes alış verişler duyuyorum. Mayışık, sersemlemiş bir halde bakışlarım kalkıyor yukarı ve sonra karşıya... İşte orada. Burun deliklerim genişliyor , kalbim hızlanıyor ve aniden damarlarıma hücmeden kan beni aşırı ısıtarak başımı döndürüyor.  O, habersiz, karşımda mışıl mışıl... İnanamıyorum. O hiç... evet hiç değişmemiş. Başucundaki açık kalmış radyonun ince kırmızı ışığı dudaklarına denk geliyor. Adeta onu bana işaret ediyorlar. Yavaşça ilerliyorum ve yanıbaşına geldiğimde istemsiz bir şefkatle elim yanağına uzanıyor. Ama duraklıyorum, dokunmaya çalışırsam neyle karşılaşacağımı bilemeyerek korkak, donakalıyorum.Aklımdan geçiyor; kimbilir ne rüya görüyor şimdi, keşke beyninin içine girip o kıvrımlarda sonsuz bir seyahate çıksam. Hep orada kalsam, yaşasam bir parazit gibi. Tam bu noktada, görünmez engellere , duvarlara çarpıp düşüyorum, orası bilinmez bölge. Zamanla bile oynanabilen bu yerde, bir başkasının içini okumak im-kan-sız. Şimdi o sevgilisini görüyordur muhakkak... Zaten benim burada işim ne... Birdenbire sevgim öfkeye dönüşmeye başlıyor, hiçbir şey geri gelmeyecek ve onun beni bir daha sevmeyeceği gibi beni onun kadar seven biri daha da çıkmayacak karşıma. Gitmeliyim buradan neresi olursa olsun başka bir yer hayal etmeliyim. Elimde olmadan çıkardığım fırtına giderek hiddetleniyor, ev neredeyse yerle bir olacak. Her yer dağılmaya başlıyor, etrafta kağıtlar uçuşuyor, tavan. masa , dolaplar çöküyor ve duvarlar yıkılıyor gitmeliyim buradan, ona zarar vermek istemiyorum. Düşle başka bir yer düşle neresi olursa, ama hayır yapamıyorum. Gerekirse burada, benim beynimin içinde ölelim. Başka hiçbir çıkış yolumuz olmasın...

3 Mayıs 2011 Salı

Merhaba. Şu an muazzam bir yerdeyim ve burayı size olabildiğince aktarmaya çalışacağım. Eminim yanımda olmak ve siz de görmek, yaşamak isterdiniz bunları. Keşke gelebilseydiniz, keşke. Özellikle gazeteciler, fotoğrafçılar nasıl kıskanırdı beni çünkü müthiş malzeme var burada, gerçekten inanılmaz!
Şu an astral seyahatteyim. Bedenimi tamamen geride bırakarak yalnızca bir çeşit enerji olarak yol alıyorum. Başka bir boyutun sokaklarından başlayıp sonra kendi dünyamda düşlediğim yerin içine düşüveriyorum. Daha sonralarda bunu  yönetmeyi, hayal ettiğim yerde olabilmeyi ve hatta zamanla dahi oynayabilmeyi öğreniyorum.
Şu anda her şeyin taştan yapıldığı, yalnızca siyah-beyaz olan ve hep ıslak kalan o başka boyuttayım. Arnavut kaldırımlardan yürüyorum ve tam köşeyi döneceğim sırada, dinazor-bukalemun arası o yaratıkla  burun buruna gelip çarpışmak üzereyken son anda duraklıyorum. Neyski orta yaşlı bir hanımefendiymiş. Beyaz mermer kurdelalı siyah mermerden yapılma şapkasını düzelterek bana nazik bir selam veriyor. Ben de ona aynı nezaketle karşılık veriyorum. Buralarda insanlara alışmaya başlamışlar demek.
Neyse, köşeyi döndükten sonra nihayet kendi dünyamıza çıkan-ama sadece bana ait olan- ve duvara gömülü gotik işlemeli kapıyı bulup aralıyorum ve sonunda... Hep peneceremden dalıp gittiğim gökyüzüne düşüyorum. O ulaşılmaz gözüken bulutlardayım, pembe-mora çalan yağmurun habercisi bulutlar. Kendimi izlediğim pencereye el sallayarak süzülmeye başlıyorum. Hava şartları da bana kalmış, her şey beynimin kontrolü altında. Yavaş yavaş yol alırken yalnızca hafif bir esinti okşuyor yüzümü. Kollarımı açıyorum ve iyice yükseliyorum, iyice. Neredeyse koca İstanbul'u kucaklayacağım. Göz kırpan ışıkları, yer yer lekeli karanlıkları ve o kopkoyu uykudaki denizi... Her şey yolunda gözüküyor. Sonra yavaş yavaş yönümü değiştiriyorum, gitmek istediğim yer belli; evime gideceğim. Doğup büyüdüğüm ve sonra sırtımı dönüp hiç bakmadan koşarak uzaklaştığım, ihanet ettiğim ve bunun bedelini bana yabancılaşarak ödeten şehrime... Bu onun laneti, kendimi artık hiçbir yerli hissedemeyeceğim.

30 Nisan 2011 Cumartesi

sinir harbi

Şu KİP (Kanal İstanbul Projesi) açıklandığından beri herkeste bir heyecan, bir telaş.Vay efendim ne büyük projeymiş, başbakan "çılgın"mış "büyük adam"mış, acayip bir hayal kurmuş, feci bir hayal gücü varmış. Yahu benim anlamadığım şey; bu zaten çok öncesinde de dile getirilmiş bir proje, yani başbakanın müthiş yaratıcılığından falan çıkmamış ki. Ayrıca kimse gerçekçi düşünmüyor, benim gerçekten aklım almıyor, koca koca adamlar enine boyuna düşünmeden, hesap kitap yapmadan bu projenin büyüsüne kapılıp "İşte bu! İhtiyacımız olan hayal kurmaktı!" diyor. Bende hayal bol isterseniz sallayayım yüksekten. Ama o zaman çılgın değil deli olurum sanırım. Belki de bu bir Osmanlı'dan kalma hayal olduğu için de destekleyen, sahip çıkan çok oldu. Marmaray'a tüp geçit yapılması aşamasında kazılardan çıkan "çanak çömlek" İstanbul tarihini neredeyse bin yıl kadar geriye götürerek sanıldığından da eski bir yerleşim yeri olduğunu ortaya çıkarmış. Sekiz bin yıllık tarihine ışık tutmuş. Ama medyada "nedense" fazla rağbet görmedi. Varsa yok KİP. Ben çözdüm neden olduğunu. Millet anca böyle gösterişli hayalleri, kandırıcı vaatleri duymayı seviyor. Tarihine sahip çıkmak falan neyine? Onlar için önemli olan bu değil ki. Sadece gösterişe kanan insan topluluğu, asıl önemli olması gereken değerlerinin değerini bilemiyor.Alın size hayret edici bir olay; Büyükçekmece'de bir ilköğretim okulunda bir kız çocuğundan idrar testi isteniyor, hamile olabilirmiş çünkü erkeklerle çok geziyormuş, "fahişe"ymiş o. İşte bu millet için asıl önemli olan değerler. Yozlaşmış ahlak kıymetlisi.

27 Nisan 2011 Çarşamba

Medyada Anlamsız Sansür.

Yasakçı zihniyet dendiğinde ilk aklıma gelen, internet yasakları. Bloglara bile girişi engellediler, peki neden? Lig tv yayını yapılıyor diye. Peki ama tüm diğer blog kullanıcılarının-yazarların ve takipçilerin- bunda suçu neydi? Hiç! Her zaman olduğu gibi, bir tuğlası yanlış konmuş diye koca evi yıktılar! Üstelik asıl sorun da orada öylece durmakta, yaptıkları şey bir çözüm asla değil. Nitekim insanlar bir yolunu bulup yine kullanmıyor mu kullanmak istedikleri ve yasaklanan siteleri? Youtube'da olduğu gibi. Sanki bunun farkında değiller, bilmiyorlar yani yasaklasalar da hala insanların girebildiğini. Yalnızca bilgi akışını aksattıklarını düşünüyorum ama asıl engel olmak istediklerine zaten bu şekilde engel olamazlar ki. Buna yalnızca yasakçı zihinyetler müsaade edebilir.
Özellikle köşe yazarlarına uygulandığını düşündüğüm bu sansür meselesinde bunu yapmalarını bence anlamsız kılan bir nokta var. İnsanların konuşmasını, yazmasını engelledikleri zaman, o düşünceye de engel olabileceklerini sanmaları. Oysa tam tersi, baskı altına alınmaya çalışılan her düşüncenin gün gelip de daha şiddetli bir şekilde "hortalayacağını" düşünüyorum.
Özellikle Nedim Şener ve Ahmet Şık'ın hapse atılmasından sonra tüm medya ayağa kalktı, zıt görüşte olanlar bile ortak bir noktada birleşti. Hatta yurtdışında bile bizim demokratik özgürülüğümüz için telaşlanmalar başladı. Henüz basılmamış bir kitap yüzünden hapis  cezası alınmış olsa da sonuçta okumak isteyenler bir yolunu bulup-internet aracılığıyla- o kitabı okuma şansını yakaladılar.
Haluk Şahin'in üstünde durduğu konulardan birisi de YSK'nın BDP bağımsız milletvekili adaylarını veto etmesiydi. Aslında bu anayasanın da yetersizliğinden kaynaklanmakla beraber, yine de yasakçı zihniyetin bir ürünü olarak yalnızca ülkede bir kaos yaşanmasına, büyük bir hasara,yaralanmalara ve ölüme yol açtı. Sonunda kararlarından döndüler ve vetoyu -hepsi için olmasa da- kaldırdılar. Yani, eninde sonunda yasakçılık geri tepiyor ve bir adım geri atmak zorunda kalmıyor mı? En azından engelleyemediklerini görmelililer.

24 Nisan 2011 Pazar

Hohahaıaha

İnsan bazen kendini olduğundan farklı bir şeyler gibi hissedebiliyor. Bilmiyorum hiç başınıza geldi mi ama ben neredeyse her gün kendimi kendim dışında varlıklara benzetiyorum. Mesela bugün kendimi İstanbul'da yaşayan bir genç kız yerine Kübalı otel işletmecisi orta yaşlı bir adam gibi hissediyorum. Sanırım yavru ağzı rengindeki tiril tiril gömleğim bana böyle bir çağrışım yaptı, oysaki Kübaya hiç gitmedim, Kübalı bir otel işletmecisi de hiç görmedim. Garip bir his bu işte, çağrışımların sizi nereye götüreceğini bilemezsiniz. Geçen gün de dolmuşta giderken ablam beni dürttü ve "Bak Micheal Jackson'ın son haline benziyorum"dedi. Zaten beyaz tenli, bir de hasta olduğu için iyice solgundu ve dolmuşun beyaz ışığı altında gerçekten de hortlakla Jakcson arası bir şeye benziyordu ama kendisi değildi yani. Yanaklarını da içeri çekip çökerttiğinde iyiden iyiye son dönem Jackson oluyordu. Buna epey gülmüştüm ama bilirsiniz, başkasının gülmesi bizi hep rahatsız eder o yüzden de-neyseki dolmuştakiler nazik olduklarından- öhöm öhöm diyerek uyardılar bizi. Bu baskı üstüne benim daha da gülesim geldi.
Bir de moralim bozuk olduğunda başvurduğum bir yöntem var; tüm o ciddi, süslü , asık suratlı insanları falan "Tequila" şarkısı çalarken twist yapıp göbek tokuştururken hayal ediyorum. Resmiyet falan hiç kalmıyor, komik oluyor yani beni eğlendiriyor en azından. Keşke gerçekten hepberaber dansetsek ne hoş olurdu.

23 Nisan 2011 Cumartesi

İntiharın genel provasında ölmek istemek.

İntiharın genel provası, sevgili şehir tiyatrolarımızın bir oyunu. Serhat Mustafa Kılıç ve Bennu Yıldırımlar gibi isimlerine aşina olduğumuz insanlar var. Oyunculuk süper zaten, ona laf yok. Özellikle Kılıç, rolden role bürünüyor. Kaptan, iş adamı, avukat. Gerçekten, karakterlerin hakkını veriyor. Ama ne yazık ki en can sıkıcı olan şeye kalkışmışlar. Yani KOMİK olmaya çalışmışlar. Bundan daha bunaltıcısı olamaz. İç karartıcı bir dram olması bile daha iyidir. O zaman en azından üstünüze sessizlik çökmüş halde, biraz içiniz geçerek izler, çeker gidersiniz. Ama komedi olamamış komedilerde...Hani kimse gülmüyor olsa kendinizi bir derece iyi hissedebilirsiniz ya da en azından bir kişi gülmüyor olsa bile. O zaman belki de bu işten vazgeçerler ve daha fazla sürmez bu işkence diye düşünrsünüz. İçinde mizah duygusu sağ kalmış yeryüzündeki tek canlı olduğunuzu hissetmeniz de gerekmez böylece. Ama yok. Güzel başlayan ve içinde yaratıcılık da barındıran bir oyun ancak bu kadar batırılır. Üstelik bu oyunun yazarı Kovaçeviç "sanırım en iyi komedim bu" demiş.O zaman geri kalan "komedi"leri nasıldır acaba, düşünmek bile istemiyorum doğrusu. Oyuncuların birbirine "aptal, dangalak" diye hitap etmeleri insanları kahkaya boğarken ben durup durup seyircilere baktım, onları izledim. Ne güzel böyle yüzlerinde bir sırıtışla izliyor olmaları... Demek ki sorun gerçekten bende. Eğer o salonda bir kişi de dönüp etrafına baksaydı, benim ağlama duvarına dönmüş suratımı ve kocaman açılmış gözlerimi onlara diktiğimi görüp korkacaktı. Neyseki herkes kendini oyuna kaptırmıştı...

öylesine

İnsanların ne beklediklerini, düşlediklerini ve amaç edindiklerini düşünüyorum da... Akıl oyunları filmindeki gibi, her şeyin sonunda eğer başkaları tarafından takdir edilirseniz her şey bir anlam kazanıyor değil mi? Ayakta alkışlanır, ödül falan alırsanız o zaman her şeye değiyor işte! Yoksa yani ne anlamı kalacak kimse görmedikten sonra bir şeyler başarmanın. Listelerde en üst sıralarda yer almadan herkese adımızı duyurmadan bir şeyler başarsak ne fark edecek? Çünkü başarmak kadar onu duyurmak da o derece önemli. Herkese göstermezsek, BAK BEN NE KİTAPLAR OKUYORUM NE FİLMLER İZLİYORUM naber cahil? demezsek onlar nereden bilecek bizdeki cevheri hem sonra allah muhafaza bizi aptal falan zannederler. O muhteşem yapmacık aksanımızla orada burada bağırmazsak, pek değerli düşüncelerimizi haykırmazsak okumuyor, düşünmüyor oluruz. Bildiklerimiz yarım yamalak, üstünde düşünülmemiş ve fikir haline gelmemiş bile olsa onları bir şekilde dile getirmeliyiz yoksa insanların gözüne nasıl gireriz? İnsanlara mesafe koyuyor ve yakınlaşmak için zamana ihtiyaç duyuyorsanız yandınız! Eski kafalısınız demektir. Siz k*çınızı kaldırana kadar bir bakarsınız o çok önemli insanla tanışılmış da muhabbet kurulmuştur bile, başkaları tarafından pek tabi. Tüm bunlar önemli şeyler, kimseyi sevmek zorunda değilsiniz ama seviyor gibi görünmeniz gerekir, ya da hiç olmazsa havalı olmalısınız ki size saygıı duysunlar. Eğer sadece sorgulamadan oyunun içine dalarsanız kurallarına ayak uydurursanız her şey muhteşem olacaktır. Elinizdeki kartların vasat oluşu hiç önemli değil, kimler neler başarmış siz neden başaramayasınız? İşte müthiş avuntu....

20 Nisan 2011 Çarşamba



Ga-Zete ve İnternet


     Babamın gençliğine dair en sık duyduğum hikayelerden biri Amerika'da vizyona giren filmlerin yıllar sonra Türkiye'ye gelmesi, ya da oradaki herangi bir elektronik eşyanın çok sonra buraya ulaşması veyahut da moda olan bir kıyefeti burada birinin üstünde görmenin mucize oluşuydu. Belki globalleşmenin giderek hız kazanmasının da etkisi var ancak günümüzde özellikle kimi insanların sayesinde biz de dünyanın temposunu bir şekilde yakalıyoruz. Nurcan Akad'ın Milliyet Gazetesi'nden ayrılarak Zete'yi kurması da buna bir örnek. Birçok eksiği olmasına rağmen geç kalmamış bir ilk, büyük bir adım. Ipad gazetesi. Henüz yeni olduğu için bazı aksaklıklar ve eksiklikler olması normal sayılabilir ama bence en büyük sorun, Ipad kullanıcılarının bu ülkede ne kadar sürede yaygınlaşacağı. İlerde televizyon ya da bilgisayar gibi her evde bulunmazsa olmazlardan olduğu zaman Ipad, yani erişiminin kolaylaştığı, hem fiyatının ucuzlayıp hem de kullanımının halk tarafından öğrenilip benimsendiği zaman çok daha fazla okuyucu kitlesine erişecek. Böylelikle bu gazeteden gerçek anlamda yararlanılabilecek. Bu gazetenin bildiğimiz internet gazetesinden farklı olan yönlerinden bir tanesi köşe yazarlarına yer verilmeyecek olması. Herkesin kendi uzman olduğu alanda yazması gerekecek. Yani gazetecilik sistemi değişiyor ve yeni bir düzen yaratılıyor denebilir. Oysaki biz daha kağıt gazeteyi terk edememiştik Muhabirlik ön plana çıkacak bundan böyle. Peki ya o birçok insan, belli köşe yazarları sayesinde gazeteyi takip edip onun görüşlerinden beslenmeyi seven onca insan ne olacak? Bunu öngermek zor. Yine de çok daha az masraflı bir yol izlenileceği kesin. Ancak internet gazeteleriyle Zete'nin ortak bir noktası; şimdilik ücretsiz oluşları. Üstelik Zete'nin reklam almaması da  muhabirler için güç anlar ve koşullar yaratıyor demektir. Zaman, sabır ve emek en çok ihtiyaç duyulan şey olsa gerek.

7 Nisan 2011 Perşembe

No flash please!

 İki taraftan inerek ortadaki düzlemde birleşen ve ortadan tekrar alt kata devam eden mermer merdivenler. Bir de yüksek ve genişçe bir pencereden olanca gücüyle içeri dolan güneş ışığı, tüm güzellikleri ve çirkinlikleri aydınlatarak ortaya çıkaran. Bu görkemli basamaklardan birer birer ve dikkatle iniyorum, sırtım dimdik, başım yukarda.Upuzun ve kabarık elbisemin beyazlığı altından bir görünüp bir kaybolan siyah pabuçlarım.Uğuldayan sessizliğin içinde tak-tuk düzenli bir ses,bir yankı uyandırarak sabırlı bekleşmeye doğru gidiyorum. Sonra tam ortaya geldiğimde duraksıyorum ve benden onlarca basamak altımdakilere bakarak ellerimi iki yana açıyor, havaya kaldırıyorum. "Benim sevgili halkım!" Erkek-kadın, çoluk çocuk herkes hep bir ağızdan coşkuyla bağrışıyor. "Yaşa İmparatoriçe!" diye haykırıyorlar. Afrodit'in yüzünü bir an seçer gibi oluyorum, oğlu Eros'un elinden sıkı sıkı tutmuş. Bir de Apollon'un gövdesiz başı ve Zeus'un başsız gövdesi var gözüme kestirdiğim. Elimdeki lotus çiçeği işlemeli beyaz mendilimi bir sağa bir sola sallayarak gülücükler fırlatıyorum ve ufak bir referans yapıyorum. "Işıl napıyosun kızım?" Hay Allah meğerse İstanbul Arkeoloji Müzesi'nde üstümde kot- tişört sırtımda JanSport, merdivenlerde durarak gülünç hareketler yapıyormuşum. Pek tabii yıl 2011...

3 Nisan 2011 Pazar

Otobüsten inerek yürümeye başlıyorum. Belki bu şehirdendir belki de geçmiş travmalardan ama bir ürkeklik var üstümde. Özellikle erkeklerden ölesiye korkar ve çekinir oldum. Aç bir canavar gibi üstüme dikilir sandığım o bakışlara çarpmamak için kendimi kendimin içine çekerek görünmez yapmaya çalışıyorum. Her güvensiz hissettiğim ve yalnız olduğum zamanlarda yaptığım gibi gözüme çelimsiz bir kız kestirerek onun peşine takılıyorum, ardı sıra yürümeye başlıyorum. Kendimi daha güçlü hissettirir diye umduğumdan mıdır nedir? Bu asalaklığımı fark etmesin diye de adımlarımı bir hızlandırıp bir yavaşlatarak umursamaz görünmeye çalışıyorum. Kadıköye kadar yol trafiğe kapalı. Bir an için eski zamanlarda yaşadığımı düşlemeye çalışıyorum ama farklı bir çağrışım yapıyor aslında bu durum bende. Ölüme giderken hep böyle olacağımızı sandım ben. Böyle melankoliye çalan ağır bir havada sessizlik içinde hızlı adımlarla yürüyecekmişiz hepimiz.Tanıdık bir sima olmadan hiçbir şey konuşmadan hedefe doğru azimle koşturacakmışız. Sonra birden başımı kaldırıp etrafa bakmayı akıl ediyorum. Hayalet şehir burası, harap olmuş yaşlı hüzünlü binalar. Başımı sağ tarafa çevirdiğimdeyse köprünün altında uzanan raylar görüyorum ,uzanıyor ve sıra sıra dizili trenlerden bir tanesi yavaşça hareket ediyor sanki ruhumdan geçip gidiyor. Vay be diyorum ne zaman işlemiş bu şehir içime?
Mideme çullanan bulantının adeta içimden yüzüme uzanan beyaz bir el gibi usulca tenime yayıldığını hissediyorum. Böyle aniden çıkagelir içime çöreklenirse hüzün artık yapacak bir şey yok demektir. Dua edeyim ki yanımda kimse olmasın. Yoksa pek tuhaf olduğumu düşünüp sıkılacaktır. Aman efendim bir sefer de birisi anlamaya çalışsın. Çözüldükçe güzel şeyler de çıkacaktır mutlaka bende, her insanda olduğu gibi değil mi(?).
Normal şartlarda eve on dakika süren yolu bir saatte gelip de hala sakin kalabilişime şaşarken gerçekten de İstanbul'a alışmaya başladığımı anlıyorum. Minibüs yol alırken, afallamış bir şekilde yan sokaktan ana yola burnunu aniden çıkaran o kadın sürücüye hep birlikte aşağılayan bakışlarla bakarak onu halkın manevi zulmüne uğrattığmızda da bu akıcı sürüngenin bir dokusu olduğumu farketmiştim zaten.
Sonunda büyük bir rahatlama duyarak eve giriyorum. Belki biraz döküntü ama huzurlu ve güvenli evimize...Bir süre dikkatle sessizliği dinliyorum, neyseki çıt çıkmıyor yani kimsecikler yok. İşte günün en güzel anı. Tamamen kendime kaldığım, hiç rahatsız edilmeden, dokunulmadan kendi dünyama çekilebileceğim o özel an.İçeri hiçbir sızıntının girmesine el vermeyecek ölçüde kalın surların ardı... Karanlık şatoma çekiliyorum kendi uçsuz bucaksız diyarlarıma, eşsiz topraklarıma.  Şato dediysem öyle ihtişamlı, bakımlı bir yer değil burası. Siyah-gri yırtık duvar kağıtlarına ve tavandan sarkan loş ışıklı avizenin kristallerine tünemiş örümcek ağlarıyla kaplı pis bir yer. Hiç güneş açmıyor nahoş bir yağmur atıştırıyor hep gök gürlüyor. Ben siyah iskarpinlerimi tıkırdatarak coşkuyla içeri girdiğimde heyecanlı bir müzik başlıyor. Oradan buradan cinler periler öcüler ,ağzı ayağı yer değiştirmiş ağır çekimde tok sesle konuşan yaratıklar fırlıyor. Acizler ama bana öyle içten kucak açıyorlar ki.  Hep birlikte gülüyoruz dansediyoruz.Sonra birdenbire biri gelirse eğer pat diye düşüveriyorum, bazen yanımda o dünyadan ufak bir parça da kopup geliveriyor ve sonra karşımdakinin omzundan bir perinin bacağını  silkelemek zorunda kalıyorum,çaktırmadan elbette. Ah sevgili hayatın bunaltıcı ritmi şimdi ben seninle ne edeyim?

28 Mart 2011 Pazartesi

sadece bir gün.

Kavurucu bir sıcak, otobanda yürüyorum ve yollar da yanıyor bitkiler de. Başka bir canlıya rastlamadım. Allahın cezası tek bir araba da geçmez oldu. Yol kenarındaki dikenli otların arasından büyükçe bir taş seçerek oturuyorum, soluklanayım diye ama ne mümkün her bir soluk içime sıcacık nefes üflemek gibi. Ben bir şeyi hatırlamaya çalışıyordum ama neydi. Neyi hatırlamaya çalıştığımı da unuttum şimdi. Ne tuhaf... Ama bu sıcak akıl mı bırakıyor insanda. Yüzümü ocakta yanan ateşe yaklaştırmış da bekliyormuş gibi acı çekiyorum. Gözlerimi yumuyorum damağım kupkuru. Hiçbir uyarıcı da yokki çağrışım yapsın ve ne hatırlamaya çalıştığımı hatırlatsın. Bir gündü evet günlerden birgün vardı. Eskiden hisler vardı kimi hislerden mi çıkmıştım ben yola. Gittikçe uyuşuyorum neydi ah neydi...
Sıradan bir gün. Salonda kucağıma dizüstü bilgisayarımı almış oturuyorum. Sigara dumanı çıksın diye açılmış ve kapatılmaya üşenilmiş pencere, rüzgarın oyunuyla gıcır gıcır. Gacır-gucur-gucur-gacur. Sinirim bozuluyor, üstelik dondurucu bir hava var  beyaz tanecikleriyle içeri dolan. Çok, çok üşüyorum da kalkmaya mecalim yok. Birden kapının dışından, apartmandaan gelen bir ses duyuyorum paldır küldür. Aman yahu yine mi badana yapılıyor veya yine mi yan komşunun çocuğu? Tok sesler duyuluyor yere halı düşermiş gibi. Hiç beklemediğim bir şey oluyor sonra, bizim zile basılıyor. Öff kapıcı ekmek ister miyiz diye sormaya geldi ses çıkarmayayım da bari ayıp olmasın. Ama o da nesi bir daha basılıyor ve nefes nefese bir ses mi duyuyorum? Birden adrenalinle birlikte gözlerim açılıyor ve ayağa fırlıyorum, gereksiz, büyük bir korku duyuyorum.
Gözlerimi açtığımda bir de ne göreyim, eriyorum, eriyor ve asfalt yola karışıyorum. Beynim her zamankinden ağır ama bomboş. Mantıksız bir şeyler mi dönüyor burada? Hızlı hızlı sallanıp da ten rengini havaya bırakan el vardı. Ne biçim yer burası? Beyaz çizgileri bile olmayan bir yol. Yüzüm şimdi kıpkırmızı olmuştur. Bembeyaz tenimde kan lekesi gibi izini bırakmıştır güneş ama canım yanmıyor unutmuş mu canım kendini. Tekrar bir imge canlanıyor gözümde, bir kapı deliği görüyorum.
Ellerim, ayaklarım buz gibi kesilerek ayakta birkaç saniye bekliyorum. Boş yere paranoya yapıyor olmalıyım yine. Vücudumu dikleştirip derin bir soluk alıyorum. Sakinleş bakayım azıcık. Hah şöyle.. Bir şey yok kapı çaldı sadece zamansız.Tam zihnimi kontrol altına almışken... Ding dong. Ding dong. Yankılanıyor, susmuyor. Bu kez bir sorun var işte. Kapıya koşuyorum ve tek gözümü yumup öbürünü kapı deliğine yaslıyorum.
Otlar sararmış ve yanık kokusu doluyor burnuma. Rahatsız oluyorum, gözlerim yuvalarında fır fır dönerek araştırmaya başlıyor kokunun kaynağını. Yakından bir yerden, otlar yanıyor olmasın. Ama ne bir kıvılcım ne de onu sürükleyecek rüzgar. "Ffff" sesiyle birlikte burnum iyice içine çekiyor kokuyu. Gitgide keskinleşiyor. Kış zamanı yakılan hayvan ölüsüne karışmış kömür gibi nedir bu? A-ah benmişim meğerse. Bedenim su gibi akıp gidiyor hayret doğrusu. E ben nasıl burada, böyle? Aklımı kaybetmişim. Merdivenler görüyorum, beni kendimden çıkaracak olsa gerek.
Aniden yataktan fırlayarak uyanıyorum. "Hatırladım!" diye haykırıyorum "Hatırladım!". Daha nerede olduğumu bile algılayamıyorum, bilincim henüz bana bunu anımsatma aşamasına gelmemiş. Sadece bilinçaltımın bir şekilde bana geri getirdiği o günü düşünüyorum. Neler olup bittiği şimdi çok net.


...

17 Mart 2011 Perşembe

Yalan Söylemek Neden Kötü Olsun ki?

Kurmaca dediğimiz şey de yalanın bir türüdür sonuçta. O zaman sanat da bir yalandır mı diyeceğiz? Zaten gerçeğin ne olduğuna dair kesin bir kanıya bile varamıyoruz. Üstelik yalan söylemek sizi kötü duruma düşmekten de kurtarır çoğu zaman. Doğru söyleyeni dokuz köyden kovarlarmış. O zaman neden, neden kötüdür yalan?
Bu gerçekten aklımı fazlasıyla meşgul etti son bir iki gündür. Yalan söylemenin bir hastalık ve günah sayılması dışında bir de erdemli insanın yalan söylememesi gerekir. Aman canım bunlar klasik şeyler. Hayatında yalnızca maddiyata önem veren, parayı tek geçen bir insan neden yalan söylemesin ki? Pragmatizmi kendine esas almışsa, ve sadece g*tünü kurtarmaya bakıyorsa önünde bir engel yoktur. Tabi yalan söyleyebilmek herkes için kolay da değildir, ustalık ister cemiyette pişmek ister. Ama bu kadar kendi çıkarlarına düşkün birisi farkında olmadan kendi kuyusunu kazmış olur. Çünkü yalan,yalnızca kısa vadede iyi bir şeydir. Zamanla etraftaki insanlar durumu çakmaya başlar, size güvenmezler ve sizden uzaklarşırlar. Sanırım bu yetişme tarzıyla ilgili. Çünkü iyi yetişmiş bir insan, içi rahat yalan söyleyemez. Ona belki enayi derler ama içindeki adalet duygusu onu asla rahat bırakmayarak vicdanını kıskıvrak yakalayıverir ve rahat huzur bırakmaz. Ne bileyim ben, dönüp dolaşıp yine insanın kendisini bulacak bir şeydir bu işte. Bir de yalanın dozajı vardır ki, arada bir ufak ufak hepimizin kanına karışır. Eğer ki alışkanlık-ki alışkanlık zaten başlıbaşına kötü bir şey- haline gelirse ve içinizde o yumuşacık sesini yayarak büyürse- şeytan dürtmesi böyle olsa gerek, hadi canım ne olacak sanki o nereden bilecek yalan söyledğini gibi- işte o zaman tedavi isteyen bir bağımlı haline geldiniz demektir. Olabildiğince kaçmak lazım yani. Beyazı siyahı yok bu işin, her güzel ve zararlı illet gibi sizi çaktırmadan kafes altına alıverir.

14 Mart 2011 Pazartesi

Hikayeler pesimistliği yüceltirken dozunu azaltır.

Asansörde tek başımayım, 13üncü kata çıkacağım. Gözlerime bakıyorum, yalnızca gözlerime. 1,2,3... Ruh durumunu gözlerinin renginden anlamaya çalışan başka insan var mıdır acaba? Aklıma gelen bir şeyin var olma ihtimali de oldukça yüksektir. 4,5... Kolumdan tutuyor, beni kendine çeviriyor. Gözleriyle yüzümü araştırıyor, gözlerime dikkatle bakmak istiyor. Elinden kurtulmaya çalışıyorum ama beni bırakmıyor. "Yine mi içtin Eylül? Neden böyle yapıyorsun? Bana bak, yüzüme."  Biliyorum anladığını, beni benden iyi tanıyor ve en ufak bir değişimimi bile hissediyor, bu ürpertici. "Gözlerin bulanık Eylül. Fırtınalı havalarda  yeşilini giyen denizin rengini almışsın yine. Neye üzülüyorsun, nedir bu hüzün?" Yine aynada kendime bakıyorum, az öncekiler bir hayalmiş yalnızca. Böyle şiirsel konuşan adam seni nereden bulacak, gülmekten katılacağım şu hayalperestin haline! Anca romandadır o filmdedir, tiyatrodadır ya da yalandır. Bir dakika. Yoksa en son burada oturmuş bu hikayeyi mi yazıyordum? Yok yok hayır, asansördeyim şimdi , aklımı karıştırma. Sabah kalktığımda inatla aynaya koşup gözlerimi incelerdim. O döne döne giden, dipsiz kuyuya dönmüş gözler. Kopkoyu, sanki hiçbir renk bu. Yani ne kahve ne yeşil neyse anladınız değil mi işte hiçbir renk değil gözüm o anlarda. Babam "Sana öyle geliyordur." diyor ama olmaz öyle şey, gözlerimi gözlerimle görüyorum, yalan mı söyleyeceğim. 7,8... Bir amaçla gelmiş olacağım bu dünyaya diyorum ya, nasıl görüyorsam dünyayı ve nasıl görmüşsem bir parça anlatabilmektir. Söyleyemediğim her şeyi süsleyerek, kurmacayla dışavurmaktır. Öyle çok kimliğe bürünürüm ki kimse bilemez hangisi rüya yahut maske. Tek gerçek var diye düşünürüm yolda yürürken, hissettiğim hiçlik, alnımın ortasına yapışmış bulantı. Ben yaşlıyım aslında inanır mısınız. Niye inanamayasınız, öyle ya, insanlar yalnız gençken mi düşünür hayattaki amacını? Oysa ben yalnızca gözlerimden bahsettim. Ah kahverengi, tüylü , sıcacık atkım. Babaannemden, saçlarını rüzgara vermiş gülümseyen o kadından yadigar. Yüksekte, uzakta ya da dibimde. 9,10... Uzaya falan gitme Eylül, buradasın işte asansörde, 19unda bir çıtırsın ve büyük bir kayıp yaşamadın. Her şeyin değişeceğini bu kadar sindirmeye uğraşmasana yahu sonra iki kez yaşatmış olacaksın kendine boktan duyguları. Sırası gelince yaşayıversen ne olur? Uğraşmasan bu kadar kendinle. Sırtımı dönüyorum aynaya ve pençelerime kapıyı aşağı itiyorum. Bir an önce varmak istiyorum, kendimle daha fazla başbaşa kalırsam yalnızca bir kişi sağ çıkacak. Kötüler de iyileri hep yendiğine göre ben bu asansörden yüreksiz katil olarak çıkacağım. 11,12... Gösterişten nefret ettiğime falan inanmayınız ben yalnızca korkuyorum.13. TAK! Ani bir hareketle duruyor asansör ve siyah ince topuklarım dolduruyor apartmanın sessizliğini. Eski püskü, kahverengi boyası yer yer dökülmüş çelik kapının önünde tereddütle durup zile basıyorum, birkaç defa. Açan olmayınca homurdanarak çantamdan anahtarı çıkarıp açıyorum kapıyı. Ciyaaaak diyerek açılıyor kapı.Ev karanlık, toz duman içinde. El yordamı ışığı buluyorum, etraf aydınlandığında bir gariplik seziyorum.Evet, ev bomboş. Ne ayakkabılık ne ayna duruyor yerinde. Hızlı hızlı atmaya başlıyor kalbim kan bir anda aşırı ısıtıyor beynimi. Derin soluklar alarak içeri dalıyorum. Annemi koltukta uzanmış televizyon izleyerek uyuklar bulacağımı, ablamı odasında telefonla konuşurken yakalayacığımı sanıyorm. Ama evde ne bir tek eşya var ne bir yaşam belirtisi. Yalnızca camda yansıyan buruşuk yüzüm. Terkedilmişim ben meğerse çoktan. Yoksa bu ev ben miyim? "Anne" diye mırıldanıyorum ve keşke ekmek bayat diye ona kızmasaydım. Ne saçma, koşuyorum, dışarıda sis var oysa sokaklar aynı görünüyor. Asansöre biniyorum. Derin bir nefes alarak gözlerime bakıyorum, 13 üncü kata basıyor parmağım. Eve gidip yazı yazmam gerektiğini düşünüyorum ve kendimi bilgisayar başında hayal ediyorum. TAK! 1,2,3...

DOT DOT DOT!!



Shopping & F***ing


Hamburger ekmekleri, tepsiler, kekler havada uçuşuyor ve iki insan birbirine ciyak ciyak bağrıyor, küfrediyor, vuruyor. Bunlar hemen iki adım önümde olurken ben, elim kolum bağlı öylece oturup yüksek gerilimi hissederek bakıyorum. Tiyatro oyuncusu ve seyirciler arasındaki o uçurum, sınır, resmiyet yokolmuş. Müdahele etmemek için kendimi nasıl tuttuğuma şaşarak olaylar karşısında dişlerimi sıkıyorum. Müthiş oyunculuk,  olayın gerçek olduğuna dair hiçbir şüpheye yer vermeyecek şekilde  göz kırptırtmadan izlettiriyor. Kalıplara meydan okuyan, cüretkar bir oyun. Aynı zamanda Türk insanının, -çoğu muhafazakar fikirler barındıran bir insan topluluğunun- önüne bu şekilde çıkmak büyük cesaret ister.
 Biraz başa alırsak; Dot, 2005 yılında Türkiyeye bir ilki getiren özel tiyatrodur. İngiltere'de doğmuş "yüzevurumcu" akımın ilk sahnelenişidir. Önceki oyunları kaçırmış olarak ben, izleme imkanı bulduğum ve şu an gösterilmekte olan üç oyunundan birinden bahsediyorum. 4 Kasım 2009dan beri gösterimde: Shopping and F***ing. Kendi sözleriyle kendilerini tanımlayacak olursak: "... Sadizm ve Marksizm ile yoğrulmuş bir kara komedidir. Hızlı ve şaşırtıcı sahneler, öfkeli ve hınzırca komik diyaloglarla örülü oyunda Ravenhill komedi ve çirkinliği savaştırır."
Uyuşmuş ve alışmış beynimizi sarsıntıya uğratıyor. Kimileri, eşcinsel ilişki yaşayan iki erkeğin canlandırıldığı sahnede "Iıyyy" "Cık cık cık" gibi yorumlar getiriyor kimileri kahkahalarla gülüyor. Açık söylemek gerekirse ben şoke oldum,kalakaldım. Sert ve ağır bir biçimde acıyı, nefreti, kimi gerçekleri yüze vuruyor da olsa oyundan çıktığım zaman ironik bir şekilde kendimi hafiflemiş hissediyordum. Belki de çok iyi yaşatılmış karakterlerle o an için kendimi özleştirip içimdekileri onlarla birlikte attığımı düşündüm ve rahatladım. Benim gibi çabuk sıkılan, dikkati dağınık bir insanı bile iki saat boyunca göz kırptırmadan izlettirdiler ya helal olsun. Vallahi şaştım billahi şaştım.
 NOT: Mükemmel oyuncu kadrosuna ne demeli. Serkan Altunorak-Melekler Korusun dizisinden hatırlayabileceğiniz-,Ece Dizdar,Tuğrul Tülek, İbrahim Selim, Mert Can Sevimli.

26 Şubat 2011 Cumartesi

Günlük

 Fırtınanın yüzsüzce pencereleri zorlayarak arı vızıltısı kılığında evin içine dolduğu bir şubat günü, akşamüstü. Salon soğuk,karanlık ve sessiz. Karşımda ellili yaşlarında ama yaşını  ustaca saklayabilmiş bir kadın oturuyor. Kahve fincanı bu kadının elinde bir sağa bir sola dönüyor. Bense gözlerimi onun yüzüne dikmiş, pür dikkat her bir mimiğini inceliyorum. Çehresini sıyırıp geçen gölgeyi yakalıyorum. Kaşları çatılarak karanlık düşünceleri bulaştırıyor üzerime. Ela gözlerindeki beneklerde korku açıkça büyüyor. Çok kısa bir anda olup bitiyor bunlar.Hemen ardında set çekiyor ifadesinin önüne. "Eee anne?" diyorum sesime umursamaz ve inançsız bir ton vermeye çalışarak. Sağ yanağına doğru yükselen dudağı çarpık bir gülümseme yaratıyor. Kararsızlığını saklamaya çalışarak "Mmm" dediğinde ben iyiden iyiye sabırsızlanıyorum. Önemsediğimi belli etmemek için gözlerimi annemden ayırarak elimdeki işe odaklıyorum. Hırkamın kopmuş düğmesini dikmeye devam eder görünüyorum. Ama kalbim, aşağı kattan bile duyulabilecek müthiş bir gürültüyle çırpınıyor. "Bir yılan var" mırıltısı uğuldayan sessizliği delip geçerek hızla gelip parmağımı yakalıyor. "Ay!" diyerek batan iğnenin verdiği acıyla irkiliyorum ve elimdekiler istemsizce yuvarlanıyorlar kucağımdan aşağı. Annemse nereden çıkıp geldiği belli olmayan o aldırmaz ifadeyi takınıvermiş birdenbire. Beni şöyle bir süzerek devam ediyor :" Şu an uykuda bu yılan. İçi kötülüklerle dolu, arada bir buharlaşan fesatlığı, derin bir nefreti var. Uzaktan gözlüyor seni. Öylece yatmış izliyor. Şimdilik bir zararı yok ama çok yakınında." yutkunarak duraksıyor. Karanlıkta okumaya çalışan biri gibi gözlerini zorlayarak önündekini görmeye çabalıyor."Neredesin sen böyle... Kalabalık bir yer ve sırtında baykuş taşıyan bir kedi var. Ama şaha kalkmış bir at gibi.." Söylediklerine fazla anlam veremesem de ağlamaklı oluyorum, yüreğimi bir huzursuzluk sarıyor. "Bir de kocaman bir elma var" diyor neşelenerek "Yepyeni bir aşk. Neyse sıkıldım, bu kadar işte" diyerek fincanı tabağa koyuyor. Elimde fincanla mutfağa giderken kapının camından yansıyan görüntüsüne gözüm takılmasa belki içimdeki telaş buharlaşıp gidebilirdi. İşaret parmağını bükmüş kemirirken görüyorum onu, başını hafifçe yana yatırmış. Bunu çıkmaza girdiği nadir anlarda yaptığını biliyorum. Gerçekte neler gördüğünü ya da ne anlamlar çıkardığını soramayacak kadar korkağım ben...