30 Nisan 2011 Cumartesi

sinir harbi

Şu KİP (Kanal İstanbul Projesi) açıklandığından beri herkeste bir heyecan, bir telaş.Vay efendim ne büyük projeymiş, başbakan "çılgın"mış "büyük adam"mış, acayip bir hayal kurmuş, feci bir hayal gücü varmış. Yahu benim anlamadığım şey; bu zaten çok öncesinde de dile getirilmiş bir proje, yani başbakanın müthiş yaratıcılığından falan çıkmamış ki. Ayrıca kimse gerçekçi düşünmüyor, benim gerçekten aklım almıyor, koca koca adamlar enine boyuna düşünmeden, hesap kitap yapmadan bu projenin büyüsüne kapılıp "İşte bu! İhtiyacımız olan hayal kurmaktı!" diyor. Bende hayal bol isterseniz sallayayım yüksekten. Ama o zaman çılgın değil deli olurum sanırım. Belki de bu bir Osmanlı'dan kalma hayal olduğu için de destekleyen, sahip çıkan çok oldu. Marmaray'a tüp geçit yapılması aşamasında kazılardan çıkan "çanak çömlek" İstanbul tarihini neredeyse bin yıl kadar geriye götürerek sanıldığından da eski bir yerleşim yeri olduğunu ortaya çıkarmış. Sekiz bin yıllık tarihine ışık tutmuş. Ama medyada "nedense" fazla rağbet görmedi. Varsa yok KİP. Ben çözdüm neden olduğunu. Millet anca böyle gösterişli hayalleri, kandırıcı vaatleri duymayı seviyor. Tarihine sahip çıkmak falan neyine? Onlar için önemli olan bu değil ki. Sadece gösterişe kanan insan topluluğu, asıl önemli olması gereken değerlerinin değerini bilemiyor.Alın size hayret edici bir olay; Büyükçekmece'de bir ilköğretim okulunda bir kız çocuğundan idrar testi isteniyor, hamile olabilirmiş çünkü erkeklerle çok geziyormuş, "fahişe"ymiş o. İşte bu millet için asıl önemli olan değerler. Yozlaşmış ahlak kıymetlisi.

27 Nisan 2011 Çarşamba

Medyada Anlamsız Sansür.

Yasakçı zihniyet dendiğinde ilk aklıma gelen, internet yasakları. Bloglara bile girişi engellediler, peki neden? Lig tv yayını yapılıyor diye. Peki ama tüm diğer blog kullanıcılarının-yazarların ve takipçilerin- bunda suçu neydi? Hiç! Her zaman olduğu gibi, bir tuğlası yanlış konmuş diye koca evi yıktılar! Üstelik asıl sorun da orada öylece durmakta, yaptıkları şey bir çözüm asla değil. Nitekim insanlar bir yolunu bulup yine kullanmıyor mu kullanmak istedikleri ve yasaklanan siteleri? Youtube'da olduğu gibi. Sanki bunun farkında değiller, bilmiyorlar yani yasaklasalar da hala insanların girebildiğini. Yalnızca bilgi akışını aksattıklarını düşünüyorum ama asıl engel olmak istediklerine zaten bu şekilde engel olamazlar ki. Buna yalnızca yasakçı zihinyetler müsaade edebilir.
Özellikle köşe yazarlarına uygulandığını düşündüğüm bu sansür meselesinde bunu yapmalarını bence anlamsız kılan bir nokta var. İnsanların konuşmasını, yazmasını engelledikleri zaman, o düşünceye de engel olabileceklerini sanmaları. Oysa tam tersi, baskı altına alınmaya çalışılan her düşüncenin gün gelip de daha şiddetli bir şekilde "hortalayacağını" düşünüyorum.
Özellikle Nedim Şener ve Ahmet Şık'ın hapse atılmasından sonra tüm medya ayağa kalktı, zıt görüşte olanlar bile ortak bir noktada birleşti. Hatta yurtdışında bile bizim demokratik özgürülüğümüz için telaşlanmalar başladı. Henüz basılmamış bir kitap yüzünden hapis  cezası alınmış olsa da sonuçta okumak isteyenler bir yolunu bulup-internet aracılığıyla- o kitabı okuma şansını yakaladılar.
Haluk Şahin'in üstünde durduğu konulardan birisi de YSK'nın BDP bağımsız milletvekili adaylarını veto etmesiydi. Aslında bu anayasanın da yetersizliğinden kaynaklanmakla beraber, yine de yasakçı zihniyetin bir ürünü olarak yalnızca ülkede bir kaos yaşanmasına, büyük bir hasara,yaralanmalara ve ölüme yol açtı. Sonunda kararlarından döndüler ve vetoyu -hepsi için olmasa da- kaldırdılar. Yani, eninde sonunda yasakçılık geri tepiyor ve bir adım geri atmak zorunda kalmıyor mı? En azından engelleyemediklerini görmelililer.

24 Nisan 2011 Pazar

Hohahaıaha

İnsan bazen kendini olduğundan farklı bir şeyler gibi hissedebiliyor. Bilmiyorum hiç başınıza geldi mi ama ben neredeyse her gün kendimi kendim dışında varlıklara benzetiyorum. Mesela bugün kendimi İstanbul'da yaşayan bir genç kız yerine Kübalı otel işletmecisi orta yaşlı bir adam gibi hissediyorum. Sanırım yavru ağzı rengindeki tiril tiril gömleğim bana böyle bir çağrışım yaptı, oysaki Kübaya hiç gitmedim, Kübalı bir otel işletmecisi de hiç görmedim. Garip bir his bu işte, çağrışımların sizi nereye götüreceğini bilemezsiniz. Geçen gün de dolmuşta giderken ablam beni dürttü ve "Bak Micheal Jackson'ın son haline benziyorum"dedi. Zaten beyaz tenli, bir de hasta olduğu için iyice solgundu ve dolmuşun beyaz ışığı altında gerçekten de hortlakla Jakcson arası bir şeye benziyordu ama kendisi değildi yani. Yanaklarını da içeri çekip çökerttiğinde iyiden iyiye son dönem Jackson oluyordu. Buna epey gülmüştüm ama bilirsiniz, başkasının gülmesi bizi hep rahatsız eder o yüzden de-neyseki dolmuştakiler nazik olduklarından- öhöm öhöm diyerek uyardılar bizi. Bu baskı üstüne benim daha da gülesim geldi.
Bir de moralim bozuk olduğunda başvurduğum bir yöntem var; tüm o ciddi, süslü , asık suratlı insanları falan "Tequila" şarkısı çalarken twist yapıp göbek tokuştururken hayal ediyorum. Resmiyet falan hiç kalmıyor, komik oluyor yani beni eğlendiriyor en azından. Keşke gerçekten hepberaber dansetsek ne hoş olurdu.

23 Nisan 2011 Cumartesi

İntiharın genel provasında ölmek istemek.

İntiharın genel provası, sevgili şehir tiyatrolarımızın bir oyunu. Serhat Mustafa Kılıç ve Bennu Yıldırımlar gibi isimlerine aşina olduğumuz insanlar var. Oyunculuk süper zaten, ona laf yok. Özellikle Kılıç, rolden role bürünüyor. Kaptan, iş adamı, avukat. Gerçekten, karakterlerin hakkını veriyor. Ama ne yazık ki en can sıkıcı olan şeye kalkışmışlar. Yani KOMİK olmaya çalışmışlar. Bundan daha bunaltıcısı olamaz. İç karartıcı bir dram olması bile daha iyidir. O zaman en azından üstünüze sessizlik çökmüş halde, biraz içiniz geçerek izler, çeker gidersiniz. Ama komedi olamamış komedilerde...Hani kimse gülmüyor olsa kendinizi bir derece iyi hissedebilirsiniz ya da en azından bir kişi gülmüyor olsa bile. O zaman belki de bu işten vazgeçerler ve daha fazla sürmez bu işkence diye düşünrsünüz. İçinde mizah duygusu sağ kalmış yeryüzündeki tek canlı olduğunuzu hissetmeniz de gerekmez böylece. Ama yok. Güzel başlayan ve içinde yaratıcılık da barındıran bir oyun ancak bu kadar batırılır. Üstelik bu oyunun yazarı Kovaçeviç "sanırım en iyi komedim bu" demiş.O zaman geri kalan "komedi"leri nasıldır acaba, düşünmek bile istemiyorum doğrusu. Oyuncuların birbirine "aptal, dangalak" diye hitap etmeleri insanları kahkaya boğarken ben durup durup seyircilere baktım, onları izledim. Ne güzel böyle yüzlerinde bir sırıtışla izliyor olmaları... Demek ki sorun gerçekten bende. Eğer o salonda bir kişi de dönüp etrafına baksaydı, benim ağlama duvarına dönmüş suratımı ve kocaman açılmış gözlerimi onlara diktiğimi görüp korkacaktı. Neyseki herkes kendini oyuna kaptırmıştı...

öylesine

İnsanların ne beklediklerini, düşlediklerini ve amaç edindiklerini düşünüyorum da... Akıl oyunları filmindeki gibi, her şeyin sonunda eğer başkaları tarafından takdir edilirseniz her şey bir anlam kazanıyor değil mi? Ayakta alkışlanır, ödül falan alırsanız o zaman her şeye değiyor işte! Yoksa yani ne anlamı kalacak kimse görmedikten sonra bir şeyler başarmanın. Listelerde en üst sıralarda yer almadan herkese adımızı duyurmadan bir şeyler başarsak ne fark edecek? Çünkü başarmak kadar onu duyurmak da o derece önemli. Herkese göstermezsek, BAK BEN NE KİTAPLAR OKUYORUM NE FİLMLER İZLİYORUM naber cahil? demezsek onlar nereden bilecek bizdeki cevheri hem sonra allah muhafaza bizi aptal falan zannederler. O muhteşem yapmacık aksanımızla orada burada bağırmazsak, pek değerli düşüncelerimizi haykırmazsak okumuyor, düşünmüyor oluruz. Bildiklerimiz yarım yamalak, üstünde düşünülmemiş ve fikir haline gelmemiş bile olsa onları bir şekilde dile getirmeliyiz yoksa insanların gözüne nasıl gireriz? İnsanlara mesafe koyuyor ve yakınlaşmak için zamana ihtiyaç duyuyorsanız yandınız! Eski kafalısınız demektir. Siz k*çınızı kaldırana kadar bir bakarsınız o çok önemli insanla tanışılmış da muhabbet kurulmuştur bile, başkaları tarafından pek tabi. Tüm bunlar önemli şeyler, kimseyi sevmek zorunda değilsiniz ama seviyor gibi görünmeniz gerekir, ya da hiç olmazsa havalı olmalısınız ki size saygıı duysunlar. Eğer sadece sorgulamadan oyunun içine dalarsanız kurallarına ayak uydurursanız her şey muhteşem olacaktır. Elinizdeki kartların vasat oluşu hiç önemli değil, kimler neler başarmış siz neden başaramayasınız? İşte müthiş avuntu....

20 Nisan 2011 Çarşamba



Ga-Zete ve İnternet


     Babamın gençliğine dair en sık duyduğum hikayelerden biri Amerika'da vizyona giren filmlerin yıllar sonra Türkiye'ye gelmesi, ya da oradaki herangi bir elektronik eşyanın çok sonra buraya ulaşması veyahut da moda olan bir kıyefeti burada birinin üstünde görmenin mucize oluşuydu. Belki globalleşmenin giderek hız kazanmasının da etkisi var ancak günümüzde özellikle kimi insanların sayesinde biz de dünyanın temposunu bir şekilde yakalıyoruz. Nurcan Akad'ın Milliyet Gazetesi'nden ayrılarak Zete'yi kurması da buna bir örnek. Birçok eksiği olmasına rağmen geç kalmamış bir ilk, büyük bir adım. Ipad gazetesi. Henüz yeni olduğu için bazı aksaklıklar ve eksiklikler olması normal sayılabilir ama bence en büyük sorun, Ipad kullanıcılarının bu ülkede ne kadar sürede yaygınlaşacağı. İlerde televizyon ya da bilgisayar gibi her evde bulunmazsa olmazlardan olduğu zaman Ipad, yani erişiminin kolaylaştığı, hem fiyatının ucuzlayıp hem de kullanımının halk tarafından öğrenilip benimsendiği zaman çok daha fazla okuyucu kitlesine erişecek. Böylelikle bu gazeteden gerçek anlamda yararlanılabilecek. Bu gazetenin bildiğimiz internet gazetesinden farklı olan yönlerinden bir tanesi köşe yazarlarına yer verilmeyecek olması. Herkesin kendi uzman olduğu alanda yazması gerekecek. Yani gazetecilik sistemi değişiyor ve yeni bir düzen yaratılıyor denebilir. Oysaki biz daha kağıt gazeteyi terk edememiştik Muhabirlik ön plana çıkacak bundan böyle. Peki ya o birçok insan, belli köşe yazarları sayesinde gazeteyi takip edip onun görüşlerinden beslenmeyi seven onca insan ne olacak? Bunu öngermek zor. Yine de çok daha az masraflı bir yol izlenileceği kesin. Ancak internet gazeteleriyle Zete'nin ortak bir noktası; şimdilik ücretsiz oluşları. Üstelik Zete'nin reklam almaması da  muhabirler için güç anlar ve koşullar yaratıyor demektir. Zaman, sabır ve emek en çok ihtiyaç duyulan şey olsa gerek.

7 Nisan 2011 Perşembe

No flash please!

 İki taraftan inerek ortadaki düzlemde birleşen ve ortadan tekrar alt kata devam eden mermer merdivenler. Bir de yüksek ve genişçe bir pencereden olanca gücüyle içeri dolan güneş ışığı, tüm güzellikleri ve çirkinlikleri aydınlatarak ortaya çıkaran. Bu görkemli basamaklardan birer birer ve dikkatle iniyorum, sırtım dimdik, başım yukarda.Upuzun ve kabarık elbisemin beyazlığı altından bir görünüp bir kaybolan siyah pabuçlarım.Uğuldayan sessizliğin içinde tak-tuk düzenli bir ses,bir yankı uyandırarak sabırlı bekleşmeye doğru gidiyorum. Sonra tam ortaya geldiğimde duraksıyorum ve benden onlarca basamak altımdakilere bakarak ellerimi iki yana açıyor, havaya kaldırıyorum. "Benim sevgili halkım!" Erkek-kadın, çoluk çocuk herkes hep bir ağızdan coşkuyla bağrışıyor. "Yaşa İmparatoriçe!" diye haykırıyorlar. Afrodit'in yüzünü bir an seçer gibi oluyorum, oğlu Eros'un elinden sıkı sıkı tutmuş. Bir de Apollon'un gövdesiz başı ve Zeus'un başsız gövdesi var gözüme kestirdiğim. Elimdeki lotus çiçeği işlemeli beyaz mendilimi bir sağa bir sola sallayarak gülücükler fırlatıyorum ve ufak bir referans yapıyorum. "Işıl napıyosun kızım?" Hay Allah meğerse İstanbul Arkeoloji Müzesi'nde üstümde kot- tişört sırtımda JanSport, merdivenlerde durarak gülünç hareketler yapıyormuşum. Pek tabii yıl 2011...

3 Nisan 2011 Pazar

Otobüsten inerek yürümeye başlıyorum. Belki bu şehirdendir belki de geçmiş travmalardan ama bir ürkeklik var üstümde. Özellikle erkeklerden ölesiye korkar ve çekinir oldum. Aç bir canavar gibi üstüme dikilir sandığım o bakışlara çarpmamak için kendimi kendimin içine çekerek görünmez yapmaya çalışıyorum. Her güvensiz hissettiğim ve yalnız olduğum zamanlarda yaptığım gibi gözüme çelimsiz bir kız kestirerek onun peşine takılıyorum, ardı sıra yürümeye başlıyorum. Kendimi daha güçlü hissettirir diye umduğumdan mıdır nedir? Bu asalaklığımı fark etmesin diye de adımlarımı bir hızlandırıp bir yavaşlatarak umursamaz görünmeye çalışıyorum. Kadıköye kadar yol trafiğe kapalı. Bir an için eski zamanlarda yaşadığımı düşlemeye çalışıyorum ama farklı bir çağrışım yapıyor aslında bu durum bende. Ölüme giderken hep böyle olacağımızı sandım ben. Böyle melankoliye çalan ağır bir havada sessizlik içinde hızlı adımlarla yürüyecekmişiz hepimiz.Tanıdık bir sima olmadan hiçbir şey konuşmadan hedefe doğru azimle koşturacakmışız. Sonra birden başımı kaldırıp etrafa bakmayı akıl ediyorum. Hayalet şehir burası, harap olmuş yaşlı hüzünlü binalar. Başımı sağ tarafa çevirdiğimdeyse köprünün altında uzanan raylar görüyorum ,uzanıyor ve sıra sıra dizili trenlerden bir tanesi yavaşça hareket ediyor sanki ruhumdan geçip gidiyor. Vay be diyorum ne zaman işlemiş bu şehir içime?
Mideme çullanan bulantının adeta içimden yüzüme uzanan beyaz bir el gibi usulca tenime yayıldığını hissediyorum. Böyle aniden çıkagelir içime çöreklenirse hüzün artık yapacak bir şey yok demektir. Dua edeyim ki yanımda kimse olmasın. Yoksa pek tuhaf olduğumu düşünüp sıkılacaktır. Aman efendim bir sefer de birisi anlamaya çalışsın. Çözüldükçe güzel şeyler de çıkacaktır mutlaka bende, her insanda olduğu gibi değil mi(?).
Normal şartlarda eve on dakika süren yolu bir saatte gelip de hala sakin kalabilişime şaşarken gerçekten de İstanbul'a alışmaya başladığımı anlıyorum. Minibüs yol alırken, afallamış bir şekilde yan sokaktan ana yola burnunu aniden çıkaran o kadın sürücüye hep birlikte aşağılayan bakışlarla bakarak onu halkın manevi zulmüne uğrattığmızda da bu akıcı sürüngenin bir dokusu olduğumu farketmiştim zaten.
Sonunda büyük bir rahatlama duyarak eve giriyorum. Belki biraz döküntü ama huzurlu ve güvenli evimize...Bir süre dikkatle sessizliği dinliyorum, neyseki çıt çıkmıyor yani kimsecikler yok. İşte günün en güzel anı. Tamamen kendime kaldığım, hiç rahatsız edilmeden, dokunulmadan kendi dünyama çekilebileceğim o özel an.İçeri hiçbir sızıntının girmesine el vermeyecek ölçüde kalın surların ardı... Karanlık şatoma çekiliyorum kendi uçsuz bucaksız diyarlarıma, eşsiz topraklarıma.  Şato dediysem öyle ihtişamlı, bakımlı bir yer değil burası. Siyah-gri yırtık duvar kağıtlarına ve tavandan sarkan loş ışıklı avizenin kristallerine tünemiş örümcek ağlarıyla kaplı pis bir yer. Hiç güneş açmıyor nahoş bir yağmur atıştırıyor hep gök gürlüyor. Ben siyah iskarpinlerimi tıkırdatarak coşkuyla içeri girdiğimde heyecanlı bir müzik başlıyor. Oradan buradan cinler periler öcüler ,ağzı ayağı yer değiştirmiş ağır çekimde tok sesle konuşan yaratıklar fırlıyor. Acizler ama bana öyle içten kucak açıyorlar ki.  Hep birlikte gülüyoruz dansediyoruz.Sonra birdenbire biri gelirse eğer pat diye düşüveriyorum, bazen yanımda o dünyadan ufak bir parça da kopup geliveriyor ve sonra karşımdakinin omzundan bir perinin bacağını  silkelemek zorunda kalıyorum,çaktırmadan elbette. Ah sevgili hayatın bunaltıcı ritmi şimdi ben seninle ne edeyim?