16 Mayıs 2011 Pazartesi

Demokratik Medya

       Özgür bir medya, bir ülkede "demokrasi var" diyebilmemiz için gerekli olan temel yapı taşlarından biridir. Hiçbir baskı altında kalmadan ve haberler manipüle edilmeden medyanın varlığını sürdürmesi önemlidir. Kamuoyunu oluşturan medyadır dolayısıyla kitleler üstünde büyük bir etkiye sahip olduğu söylenebilir. Ama aynı zamanda bu kitlelerin sahip olduğu seslerin tamamını yansıtmak da medyanın görevidir. Elbetteki demokrasinin olduğu yerde ancak bunu söz konusu edebiliriz. Bu aynı zamanda gerçeği yansıtmak demektir nitekim gerçeği apaçık bir şekilde göstermeyen ve gizli sansür uygulayan medyanın işlevinden sapması ortaya çıkar. En gerekli özellik yani objektif olma özelliği yitirilmiş olur. Varolana ayna tutulmadıktan sonra çoğulcu bir demokratik düzenden söz edilemez.
      Vatandaşların siyasal görüşlerinin de oluşmasına katkı sağlayan medyada özgür tartışma ortamının da sağlanması gereklidir. Her türlü düşüncenin yer almasıyla birlikte gerçekten adil ve demokratik bir medya oluşumu sağlanabilir. Demokrasinin gelişmediği ülkelerde ise bu tam tersi bir şekilde kullanılabilir; baskı kurmak ve aynılaştırmak için. Yalnızca tek bir söyleme maruz kalan insanların düşünce yapılarının da kuraklaşmasına neden olunabilir böylelikle. Bağımsız seçim yapılabilmesi için gerekli bilgilerin sağlanıp ardından da dünyada olup bitene dair çeşitli bilgiler tek bir bakış açısı olmadan sunulmalı ve en önemlisi de çoğulculuk desteklenmelidir. Ancak ne yazık ki sermayeyi, gücü elinde bulunduranların çıkarlarıyıla tüm bu demokratik medya için gerekli olan özellikler çatışmaktadır. Demokrasiden uzak ve baskıcı bu tutumları da eleştirmek ve kendince denetlemek görevi de yine medyaya düşer. Yani bir nevi halkla hükümet arasında köprü olşturur.
Bir haberin medyada nasıl, hangi boyutuyla ne biçimde ve ne kadar derinlikli bir halde yer aldığı da önemli bir etkendir. Yalnızca tek taraflı ya da yetersiz bilgilendirme yapılması da demokratik, özgür düşünce ortamına aykırı olacaktır.
       Gazetecilerin çok iyi eğitilmiş olması gerekliliği, gerçekleri kendi süzgeçlerinden geçirip yazıyor olmalarıdır. Habercilerin objektif olmasını yanı sıra insanları görüşleriyle etkileyen köşe yazarlarının birikimli ve söylemlerinde gerekli dikkati uygulayan insanlar olması gerekmektedir.  Yalnızca genelde değil en küçük ayrıntıda dahi medyada özgürleşmenin olması gerekir, ve insanların hayatından kesitler sunan onlara daha yakın olduğu için daha gerçekçi gelen yerel medyada burada önem kazanır.
      Ötekileştirme, dışlama olaylarının varlığı medyanın varlığından da öncesine dayanır ancak bir yansıtıcı ve tetikleyici olarak önemli güce sahip medyanın da bunda etkisi yadsınamaz. Gerçek yalnızca "doğru" lardan oluşmadığı için ve medyanın her türlü söylemi barındırması gerektiğini de savunduğumuzdan elbette ki  ırkçı, faşist söylemler de medyada yer bulacaktır. Ancak burada dikkat edilmesi gerekenin denetlenmiş ve kutuplaştırmaya götürmeyecek şekilde düşüncenin söylenmesi olduğunu düşünüyorum. Demokratik olmanın bir koşulu demokratik olmayı istemeyene de yer vermek değil midir? Faşist yaklaşımlara karşı olanlar da onlara kızgınlığını yine bu şekilde dile getirirse şiddet karşıtı olmanın ne anlamı kalacak? Nefret söyleminde tetikleyici rol oynayan ve hayatımızın içinden verebileceğimiz çarpıcı örneklerden biri ekonomik durumlar olacaktır. Bir kesim karnını doyuramazken karşısında aşırı lüks otomobiller ve evlerden vazgeçmeyen öbür bir kesimi gördüğünde muhakkak ki bir nefret ve haksızlığa uğramışlık hissi duyacaktır. Medya bunu yansıtacaktır elbet ama nasıl olduğu da yine ona kalmış, tetikleyecek mi çareler mi arayacak?
       Defne Joy Foster'ın ölümünün ardından medyanın bunu gerek attığı başlıklar gerek yaklaşımı açısıdan olay yaratacak bir malzeme olarak kullanması ve ardından hakkında yapılan yorumlar büyük yankı uyandırmıştı. Son olarak Hıncal Uluç'un "Su testisi su yolunda" yorumuyla son noktaya ve gelindi ve akabinde de bu cinsiyetçi yazılara birçok tepki yağdı. Twitterda başını Vivet Kanetti'nin çektiği "Defne Devrimi" de böylelikle başlamış oldu. Başka Bir Medya Hakkımız başlığı altında medyanın demokratikleştirilememiş olmasını ve kullanılan erkek egemen üslubu eleştiren bir yazı yayımlandı. defnedevrimi.com olarak açtıkları internet sitesinde  imza toplayarak bu devrime ön ayak oldular. Daha nice önemli olaylar olurken Defne Joy Foster "cinayeti"nin özel hayatın mahremiyeti kullanılarak gazetelerde ilk sayfada yer tutması bu duyarsızlığın bir göstergesiydi. Tüm bunlara dur demek için de bir adım atılmış oldu.

14 Mayıs 2011 Cumartesi

Kollarından sımsıkı kavradığım kadını olanca gücümle sarsıyorum "Ne yaptın sen? Ne yaptın? NE? Söyle bana, ne yaptın?"  Bir yandan da yüzümün sırılsıklam olduğunu, gözlerimin ağrıdığını hissediyorum. Dişlerim zangır zangır titrerken birdenbire burada ne işim olduğunu bu kadının kim olduğunu hatırlayamadığımı fark ediyorum. Kadının kısa ve seyrek kirpiklerinin altındaki minik ela gözler kesinlikle aptal olmayan ama biraz cahilce bakışlarını dikmiş üzerime. Sabit, hiç oynamıyor. Kısa bir an için pıt pıt kırpılıyor göz kapakları ve ince dudaklar belli ki uzun süredir kenetlenmiş olmanın etkisiyle birbirinden zorla ayrılarak ezik sesli bir cümle çıkartıyorlar " Sıdıka, su getir kızım." Nereden çıktığını anlayamadığım bir siluet fırlıyor ve çıkıp gittiği kapının rüzgarını yüzüme çarpıyor. Sonra kadının kolları ellerimden kolayca kurtuluyor ve - vay canına amma güçlüymüş- beni küçük bir çocukmuşumcasına kaldırıp alçak divanın üstüne oturtuyor. Hiç karşı koymadan öylece bakıyorum. Ellerim masumca iki yanıma düşüyor yalnızca. İki elini karnında birleştirip karşımda dikilen kadın gözleri yarı kapalı hızlı hızlı kıpırdatıyor dudaklarını, belli ki dua ediyor az biraz da sallanarak. 12-13 yaşlarında bir kız kadının arkasında beliriveriyor ve - yüzü yaban domuzu görmüşçesine çarpılmış bir halde- "Al ana." diyor. "Misafire ver Sıdıka kızım." Kız ürkek ve "Böyle misafir mi olurmuş" dercesine kızgın, suyu uzatıyor. Kana kana içiyorum suyu ve bardağı gerisin geri uzatarak kaybettiğim aklım burada nereye saklanmış diye etrafa göz gezdiriyorum. Loş bir oda burası, sesi kısılmış bir televizyonda eski bir Türk filmi oynuyor. Pembeli morlu güllerle bezeli aşınmaya yüz tutmuş  örtülerle kaplı iki alçak divan var, bir de meşe rengi sehpa duruyor, elbette ki beyaz dantellerle örtülü.Ama ben aklımı bulamıyorum işte. "Bak kızım, bak Eylül'cüm, inan benim bir suçum günahım yok. El bebek gül bebek büyüdüydün sen.. Valla diyom bak Eylül... Yüzüme bak bakayım." Aman Tanrım! Öyle ya aklımı peynir ekmekle yemiş olmalıyım ben!  En son AŞTİ'deydim otobüsten inmiş adres soruyordum, meğerse gerçekten de koymuşum kafaya, kalkıp İstanbullardan buralara gelmişim. Hayal meyal canlanıyor gözümde... Kimbilir daha başka neler var şuursuzca yaptığım. Kadın dizlerini sıvazlamaya başlıyor " Ah kızım sen ne ettin.. Ah ya ben ne ettim..." Ağlamaya da başladı. "Öyle ya.. herkes ne ettiyse ben de onu ettim seni yalnız komadım ki." Aptal kız! Burada da mı yalnızlığından yakındın! Aptal! "Kusura bakmayın" diye mırıldanmayı akıl ediyorum sonunda, kendimi biraz toparlamış olacağım. Kadın aniden duraklıyor ve kocaman açtığı gözleriyle şaşkın şaşkın kafasını biraz uzatıp - ama tedbirli bir mesafeyi de koruyarak- beni inceliyor. "Ben de pek inanmamıştım zaten." adeta bir rahatlama duyarak söylüyor bunları ama hala şüpheli bir tınısı var sözlerinin. "Neye?" "Yani... Öyle bir şey yapcağına... Ne bileyim ben öyle siyah kutulara mutulara." Neden bahsediyor bu kadın? Anlaşılan sadece ben değilim aklı yitmiş olan. "Siyah kutu?.." Kadın çekingen ve ürkek "Canım işte birer parça saklıyomuşun ya yalnızım deyi." Ağlamak üzereyim artık cidden sinirlerim bozuluyor. "Neden bahsediyorsunuz anlamıyorum." Kim olduğunu bile bilmediğimi söylesem buracıkta işimi bitirirlermiş gibi geliyor. Gülmeye başlıyor. "İlahi Eylül şaka mı yapıyodun kız ben de gerçek sandıydım. Ne tuhaf tuhaf şey diyodun öyle ha-ha ho-ho! Arkadaşlarının bir parçasını kesiyomuşun da ne bilem parmağını felan yani. Ne komik kızmışsan ho-ha-ha!" Ağlamaya başlıyorum çünkü bu çok korkunç. "Ben öyle bir şey yapmadım." diyorum, "Biliyom biliyom ah-hah-ha ilahi... Öyle yalnızmışın ki anca böyle insanlar seni sevecek demişsen de..."  "Ben sizi pek çıkartamadım." diyerek artık salya sümük ağlmaya başlıyorum ama kadın, dizlerini döve döve gülmeye devam ediyor. "Nası tanımadın kııız Satılmış ben ha-ha-ha çok komikmiş bu ya" Satılmış diye birini nerede tanımış olabilirim ki. "Tee nerelerden kalkmış gelm..." Onu dinlemeyi keserek düşüncelere dalıyorum. Satılmış...Satılmış...Çocukluk,küçüklük geriye daha geriye... Daha ufacık bebeklikten, 3 yaşına kadar, dediklerine göre. Öyle ya. Bir suçlu bulmak istiyorsanız olabildiğince geriye gidin. Sakince kalkıyorum ve hala gülmekten katılmakta olan kadının burnunu tek bir hamlede kolaylıkla koparıyorum, yani kesiyorum. Öyle savunmasızdı ki pek kolay oldu, bu kadar güçlü olmasına rağmen, sanırım en kolayıydı. Oluk oluk akan kana bakarak şaşkın ve güçlü çığlıklar atmaya başlıyor. Kan, o beyaz dantellerin, güllerin ve Tarık Akan'ın  üzerine sıçrayıp asılı kalıyor. Gülüyorum "Senin parçanı koleksiyonuma koymayacağım ama."

6 Mayıs 2011 Cuma

Boş boş yürümeye devam ederken- yürüyüş iyi geliyor, öfkem dağılıyor biraz- uzun zamandır görmediğim, Ankara'dan bir arkadaşım geliyor aklıma; Bennu. Mecidiyeköy'de tek başına yaşıyor, kendi evi var. Baya çılgın kızdır üstelik, belki bu bunalımı üstümden atmamda yardımcı olur. Bir an aptalca bir umuda kapılarak aptalca bir heyecanla arıyorum kızı. "Aa tabi gel" diyor "Yemek de hazırlarım. Yalnız, gelirken Cumartesi alırsın değil mi?" Sevinçle yola düzülüyorum, Cumartesi, ikimizin de sevdiği ve yıllardır içtiğimiz bir şarap. Neyse işte iki şişe şarap da alıp gidiyorum. Beni gördüğüne sevinmiş gibi. Coşkuyla sarılıyoruz, hemen sohbet muhabbet, kakara kikiri. Tabi kadehler de doluyor hemencecik. Ben normalde çabuk sarhoş olmam, olsam da hareketlerimi kontrol altında tutabilirim, gerçekten.  Ama nasıl oluyorsa- belki de o kakaolu kekin içine bir şey koymuştu.-yaklaşık iki saat içinde acayip kafayı buluyorum. Sonra Bennu'nun odasında yatağın yanında yere çömelmiş CDlere bakarken gözüm duvara dayalı duran sandığa takılıyor." Ne var bunda Bennu?" diyorum ama beni duymuyor, içerde son ses "You know I'm no good" çalıyor ve o da anlaşılmaz bir şeyler bağırıyor -şarkıya eşlik ediyor da olabilir- . Ben de o yüzsüz merakıma yenilerek açıyorum sandığı ve özenle katlanıp konulmuş bir gelinliğe rastlıyorum. Güzelce çıkarıyorum içinden, sonra soyunuyorum ve üstüme gelinliği geçiriyorum. Biraz antika gibi dursa da GERÇEKTEN çok hoş bir gelinlik bu. Kolları ve yakası dantel, daracık beli ve etekliği satenden. Labarıklığı tam kıvamında, biraz da kuyruğu var. Tanrım ne kadar güzel, hep hayalini kurduğum gibi. Ben hayran hayran aynaya bakarken birden Bennu giriyor içeri. Önce bakakalıyor, ben de ona utangaç utangaç gülümsüyorum. "Ne yaptığını sanıyorsun gerizekalı? Çıkar onu!" diyor. Kalbim kırılıyor ama fazla ciddiye almıyorum. O yokmuş gibi davranarak aynaya dönüyorum tekrar. "Sana diyorum! Ne hakla giydin onu? Kim oluyorsun sen ya? ÇIKAR ONU HEMEN!" Bu kız gerçekten sinirimi bozmaya başladı. Eminim bu gelinliğin içinde en güzel ben durduğum içindir. Neden bu kadar kıyamet kopardığına bir anlam veremiyorum o an, zaten eski püskü sararmış bir şey yani. Neyse, eteklerimi toplayıp salona geçiyorum, Bennu da peşimden geliyor, sanırım ağlamaya da başladı şimdi. "Delirdin mi sen? Duymuyo musun beni? Lütfen çıkar onu çok değerli benim için." Öff iyiden iyiye canım sıkılıyor artık. Ve işte en sevdiğim şarkı başladı; Im your man. Kendimi düğünümde düşlüyorum, hayali damatla dans ediyorum. O ağlak şey sonunda biraz aklını başına toplayıp sakinleşmiş, koltukta oturarak beni izliyor. Ona gerçekten içten gülümsüyorum. Ama o salak ne yapıyor? Bir anda üstüme atlıyor, sinsi bir çita gibi. Ama o en değerli nesnesi üstümde ya, yine de dikkatli davranıyor, omuzlarımdan tutuyor sıkıca ve parmak ucunda durarak gelinliğin kuyruğuna basmamaya çalışıyor. Komik bir görüntü. Bu haliye iki ayağı üstünde kalkmış danseden köpekleri andırıyor. Ben tabii gülmeye başlıyorum, onun iyice sinirleri bozuluyor ve boğazıma yapışıyor. Bu şakanın tadı kaçtı artık çünkü bu iri yarı şey göründüğünden de güçlü, nefes alamıyorum. kk-kk diye sesler çıkıyor ağzımdan ve canım yanıyor. Bir şeyler yapmazsam bu gözü dönmüş deli öldürecek beni. Elimi arkamda duran koltuğa doğru uzatarak yokluyorum ve ilk elime gelen şey, boş bir şarap şişesi. Hiç düşünmeden kavrıyorum ve tüm güçümle kafasına indiriyorum. Tanrım... Hayatımda ilk kez böyle bir görüntüyle karşılaşıyorum, umarım siz hiç karşılaşmazsınız. Ama ilginç değil de denemez hani... Kafaya inen şişenin onlarca parçaya ayrılmasıyla o iri yarı şey de yavaş yavaş, sarsıla sarsıla yere düşüyor. O sallanan gıdısı, yuvasında kayıp giden gözleri falan, boğazım acımıyor olsa neredeyse güldürecek beni. Ama canım yandığı için hiç komik gelmiyor bana şu an bunlar.  Paldır küldür yere düşüyor ve ne yazık ki yarılan kafasından fışkıran kanlar gelinliğe bulaşıyor. Sonra ben perdeleri aralıyorum ve İstanbul manzarasına karşı, üstüme kan bulaşmış gelinliğimle gülümseyerek dansediyorum. "İf you want a lover I'll do anything you ask me to. And if you want another kind of love I'll wear a mask for you..."
Giyindim, hazırlandım, sanki her şey normalmiş de ben okula gidiyormuşumcasına anneme "Görüşürüz annişko" dedim o da bana " İyi dersler canım öptüm" dedi. Evden çıktığımda derin bir soluk aldım ve asansörü beklerken camdan dışarıya daldım. Birazcık dikkatliyseniz o sahtekar gülüşümün altında gözlerimin zıvanadan çıkmak üzere olduğunu görürdünüz. Neyse apartmandan çıktım, hava kapalı ve rüzgarlı, yağmur henüz yağmıyor ama belli ki az sonra tüm hiddetiyle bastıracak. Zaten benim de ihtiyacım olan şey bu. Hiddet. Bağırıp çağırmayı, her şeyi darma duman etmeyi böylesine çok arzularken bu kadar sakin kalabilişime hayret ediyorum. Avuçlarımı ve çenemi sımsıkı sıkıyorum bu kendimi tutmam konusunda bana oldukça yardımcı oluyor-kendimi tutmasam katliam falan çıkarabilecek güçteyim sanki-. Nereye gideceğimi bilmiyorum, aslında canım hiçbir şey, hiçbir yer istemiyor. Karşında müthiş dağ manzarası, sen sıcacık jakuzide olacaksın, Johnny Depp kahvaltını getirip sana masaj yapacak deseler yine de istemeyecek durumdayım yani o kadar sıkılıyorum her şeyden. Eğer böylesine bunaltıcı, boş ve saçma gelmeseydiniz bana belki biraz daha işe yarar olabilirdim. Kimbilir bu da bir avunutu olabilir, akıp geçen fırsatları elimde bir adet ince saplı kadehle oturup izlemenin verdiği vicdan azabına, ilerde dövünecek olmama bir küçük mazeret... Yapabilirdim de yapmadım! K**ımın kenarı...
Ne olurdu yani bir kişi, yalnızca tek bir kişi olsa yanımda, bana hiçbir şey sormayacak beni yönlendirmeye çalışmayacak, tüm rekabetlerden, kötü hisleren arınmış olacak. Ya da yapmayı sevdiğim tek bir şey olsaydı, hayatı yaşamaya değer kılacak, yaparken bir işe yarayacağım, dört elle sarılırdım yemin ediyorum. Ne olurdu yani en azından ikisinden biri olsaydı. Zaten hiç sevdim mi bir şeyi inanın hatırlayamıyorum.
Evet şimdi ne yapmalı? O lanet, saçmalıklarla dolu yere gitmeyi hiç mi hiç istemiyorum. Aslında gitmem gerek o gerek bu gerek. Hani sen otoriteye karşı gelmeyi seviyordun baba, ama okula gitmediğimi duysan canıma okurdun!
Her neyse. Tüm bunlar geçerken aklımdan, atıştırmaya başlamış yağmurun altında yürümeye devam ediyorum. Her adımda kendimden de insanlardan da biraz daha nefret ederek yürüyorum.  Nereye gideceğim ben şimdi? Hiçbir yer diye bir yer olsa keşke ben de orda hiçbir şey yapsam. Yanımda da hiçbir kimse olsa. Ne mutlu olurdum. Ya da tüm dünyanın hakimi olsam, belki birazcık eğlenebilirdim. Yani birazcık.
Daha iyi olduğumu, göründüğümü mü düşünüyorsunuz? O zaman gerçekten aptal olmalısınız. Ama aptal olabilecek kadar beni tanımıyorsunuz zaten. Beni tanısaydınız da bir süre sonra varlığınıza katlanamıyor olurdum. Mutlaka gözüme batacak bir özelliğinizi bulurdum. Siz de belki biraz uğraşır sonra da usanırdınız. Tabi seviyeliyseniz. Yoksa bana saydırır, söver  ve benden nefret ederek giderdiniz. Ben tabi o her zamanki inatçı sessizliğimle yüzünüze bakardım. Bazı insanlar doğuştan şanslıdır bazıları doğuştan kaybedendir, bir de sonradan kendileri kaybeden olmayı seçenler vardır. Ama sonradan şanslı olamazsınız, o sadece bu aptal sistemin verdiği kararla mümkündür. Sizin bu konuda hiçbir söz hakkınız ve değeriniz yoktur. Ne demişler, yani tam olarak böyle değildi ama bir birim şans binlerce kilometre akılla eşdeğerdir. Şimdi derse gitmem gerekiyor, NEFRET EDİYORUM ama mecburum. Düşündükçe bir tiksintiyle titriyorum.

astral seyahat 2

Evimin gökyüzü kapısından dalıyorum içeri. Kafamda kimbilir ne düşüncelerle binlerce kez geçtiğim sokakların üstünden geçiyorum, lekeler bile aynı duruyor yolların ortasında, hiç değişmemiş. Yoksa bunlar yalnızca benim hatırladığım haliyle mi yeniden karşımda? Sarı sarı ışıkların yollara vuruşu, bekleyen çöplerin akıttıkları sular. Hep gittiğim eczane, şarap aldığım market, hatta beni eve götüren otobüsler bile aynı yerli yerinde. Ancak bu şekilde mi yeniden karşılaşacaktık seninle?
Şimdi,pek tabi belli nereye uğrayacağım. Hatırımda kalan nadir yerlerden biri, onun oturduğu sokağın  köşesindeki pastane... Öyle uzun zaman oldu ki gerçek miydi değil miydi diye içime kurt düşüyor. Ama hayalini kurduğum anda pat, oradayım işte. Neden kimbilir, şimdi karanlık ve ıssız, yağmurlarla yıkanıyor. Bir an dalgınlığa düşüp camdaki yansımama baktığımda, yalnızca onun simsiyah gözleriyle karşılaşıyorum. Sanki bir yabancıymışçasına... Üreperiyorum.  Elimde olmadan hatırası o müthiş kudretiyle can buluyor ve gözlerimi yumuyorum. Gülüşü hiç değişmemiş olacak.
Göz kapaklarımı yavaş ve ürkek aralıyorum,yatağının ayakucunda bir sandalyeye tünemiş buluyorum kendimi. Rastgele fırlatılıp atılmış, kemeri arkaya sarkan bir okul pantolonu var oturduğum yerde-oysa ki liseyi bitireli yıllar olmadı mı?-. Uğuldayan bir sessizlik var, yalnızca düzenli nefes alış verişler duyuyorum. Mayışık, sersemlemiş bir halde bakışlarım kalkıyor yukarı ve sonra karşıya... İşte orada. Burun deliklerim genişliyor , kalbim hızlanıyor ve aniden damarlarıma hücmeden kan beni aşırı ısıtarak başımı döndürüyor.  O, habersiz, karşımda mışıl mışıl... İnanamıyorum. O hiç... evet hiç değişmemiş. Başucundaki açık kalmış radyonun ince kırmızı ışığı dudaklarına denk geliyor. Adeta onu bana işaret ediyorlar. Yavaşça ilerliyorum ve yanıbaşına geldiğimde istemsiz bir şefkatle elim yanağına uzanıyor. Ama duraklıyorum, dokunmaya çalışırsam neyle karşılaşacağımı bilemeyerek korkak, donakalıyorum.Aklımdan geçiyor; kimbilir ne rüya görüyor şimdi, keşke beyninin içine girip o kıvrımlarda sonsuz bir seyahate çıksam. Hep orada kalsam, yaşasam bir parazit gibi. Tam bu noktada, görünmez engellere , duvarlara çarpıp düşüyorum, orası bilinmez bölge. Zamanla bile oynanabilen bu yerde, bir başkasının içini okumak im-kan-sız. Şimdi o sevgilisini görüyordur muhakkak... Zaten benim burada işim ne... Birdenbire sevgim öfkeye dönüşmeye başlıyor, hiçbir şey geri gelmeyecek ve onun beni bir daha sevmeyeceği gibi beni onun kadar seven biri daha da çıkmayacak karşıma. Gitmeliyim buradan neresi olursa olsun başka bir yer hayal etmeliyim. Elimde olmadan çıkardığım fırtına giderek hiddetleniyor, ev neredeyse yerle bir olacak. Her yer dağılmaya başlıyor, etrafta kağıtlar uçuşuyor, tavan. masa , dolaplar çöküyor ve duvarlar yıkılıyor gitmeliyim buradan, ona zarar vermek istemiyorum. Düşle başka bir yer düşle neresi olursa, ama hayır yapamıyorum. Gerekirse burada, benim beynimin içinde ölelim. Başka hiçbir çıkış yolumuz olmasın...

3 Mayıs 2011 Salı

Merhaba. Şu an muazzam bir yerdeyim ve burayı size olabildiğince aktarmaya çalışacağım. Eminim yanımda olmak ve siz de görmek, yaşamak isterdiniz bunları. Keşke gelebilseydiniz, keşke. Özellikle gazeteciler, fotoğrafçılar nasıl kıskanırdı beni çünkü müthiş malzeme var burada, gerçekten inanılmaz!
Şu an astral seyahatteyim. Bedenimi tamamen geride bırakarak yalnızca bir çeşit enerji olarak yol alıyorum. Başka bir boyutun sokaklarından başlayıp sonra kendi dünyamda düşlediğim yerin içine düşüveriyorum. Daha sonralarda bunu  yönetmeyi, hayal ettiğim yerde olabilmeyi ve hatta zamanla dahi oynayabilmeyi öğreniyorum.
Şu anda her şeyin taştan yapıldığı, yalnızca siyah-beyaz olan ve hep ıslak kalan o başka boyuttayım. Arnavut kaldırımlardan yürüyorum ve tam köşeyi döneceğim sırada, dinazor-bukalemun arası o yaratıkla  burun buruna gelip çarpışmak üzereyken son anda duraklıyorum. Neyski orta yaşlı bir hanımefendiymiş. Beyaz mermer kurdelalı siyah mermerden yapılma şapkasını düzelterek bana nazik bir selam veriyor. Ben de ona aynı nezaketle karşılık veriyorum. Buralarda insanlara alışmaya başlamışlar demek.
Neyse, köşeyi döndükten sonra nihayet kendi dünyamıza çıkan-ama sadece bana ait olan- ve duvara gömülü gotik işlemeli kapıyı bulup aralıyorum ve sonunda... Hep peneceremden dalıp gittiğim gökyüzüne düşüyorum. O ulaşılmaz gözüken bulutlardayım, pembe-mora çalan yağmurun habercisi bulutlar. Kendimi izlediğim pencereye el sallayarak süzülmeye başlıyorum. Hava şartları da bana kalmış, her şey beynimin kontrolü altında. Yavaş yavaş yol alırken yalnızca hafif bir esinti okşuyor yüzümü. Kollarımı açıyorum ve iyice yükseliyorum, iyice. Neredeyse koca İstanbul'u kucaklayacağım. Göz kırpan ışıkları, yer yer lekeli karanlıkları ve o kopkoyu uykudaki denizi... Her şey yolunda gözüküyor. Sonra yavaş yavaş yönümü değiştiriyorum, gitmek istediğim yer belli; evime gideceğim. Doğup büyüdüğüm ve sonra sırtımı dönüp hiç bakmadan koşarak uzaklaştığım, ihanet ettiğim ve bunun bedelini bana yabancılaşarak ödeten şehrime... Bu onun laneti, kendimi artık hiçbir yerli hissedemeyeceğim.