3 Nisan 2011 Pazar

Otobüsten inerek yürümeye başlıyorum. Belki bu şehirdendir belki de geçmiş travmalardan ama bir ürkeklik var üstümde. Özellikle erkeklerden ölesiye korkar ve çekinir oldum. Aç bir canavar gibi üstüme dikilir sandığım o bakışlara çarpmamak için kendimi kendimin içine çekerek görünmez yapmaya çalışıyorum. Her güvensiz hissettiğim ve yalnız olduğum zamanlarda yaptığım gibi gözüme çelimsiz bir kız kestirerek onun peşine takılıyorum, ardı sıra yürümeye başlıyorum. Kendimi daha güçlü hissettirir diye umduğumdan mıdır nedir? Bu asalaklığımı fark etmesin diye de adımlarımı bir hızlandırıp bir yavaşlatarak umursamaz görünmeye çalışıyorum. Kadıköye kadar yol trafiğe kapalı. Bir an için eski zamanlarda yaşadığımı düşlemeye çalışıyorum ama farklı bir çağrışım yapıyor aslında bu durum bende. Ölüme giderken hep böyle olacağımızı sandım ben. Böyle melankoliye çalan ağır bir havada sessizlik içinde hızlı adımlarla yürüyecekmişiz hepimiz.Tanıdık bir sima olmadan hiçbir şey konuşmadan hedefe doğru azimle koşturacakmışız. Sonra birden başımı kaldırıp etrafa bakmayı akıl ediyorum. Hayalet şehir burası, harap olmuş yaşlı hüzünlü binalar. Başımı sağ tarafa çevirdiğimdeyse köprünün altında uzanan raylar görüyorum ,uzanıyor ve sıra sıra dizili trenlerden bir tanesi yavaşça hareket ediyor sanki ruhumdan geçip gidiyor. Vay be diyorum ne zaman işlemiş bu şehir içime?
Mideme çullanan bulantının adeta içimden yüzüme uzanan beyaz bir el gibi usulca tenime yayıldığını hissediyorum. Böyle aniden çıkagelir içime çöreklenirse hüzün artık yapacak bir şey yok demektir. Dua edeyim ki yanımda kimse olmasın. Yoksa pek tuhaf olduğumu düşünüp sıkılacaktır. Aman efendim bir sefer de birisi anlamaya çalışsın. Çözüldükçe güzel şeyler de çıkacaktır mutlaka bende, her insanda olduğu gibi değil mi(?).
Normal şartlarda eve on dakika süren yolu bir saatte gelip de hala sakin kalabilişime şaşarken gerçekten de İstanbul'a alışmaya başladığımı anlıyorum. Minibüs yol alırken, afallamış bir şekilde yan sokaktan ana yola burnunu aniden çıkaran o kadın sürücüye hep birlikte aşağılayan bakışlarla bakarak onu halkın manevi zulmüne uğrattığmızda da bu akıcı sürüngenin bir dokusu olduğumu farketmiştim zaten.
Sonunda büyük bir rahatlama duyarak eve giriyorum. Belki biraz döküntü ama huzurlu ve güvenli evimize...Bir süre dikkatle sessizliği dinliyorum, neyseki çıt çıkmıyor yani kimsecikler yok. İşte günün en güzel anı. Tamamen kendime kaldığım, hiç rahatsız edilmeden, dokunulmadan kendi dünyama çekilebileceğim o özel an.İçeri hiçbir sızıntının girmesine el vermeyecek ölçüde kalın surların ardı... Karanlık şatoma çekiliyorum kendi uçsuz bucaksız diyarlarıma, eşsiz topraklarıma.  Şato dediysem öyle ihtişamlı, bakımlı bir yer değil burası. Siyah-gri yırtık duvar kağıtlarına ve tavandan sarkan loş ışıklı avizenin kristallerine tünemiş örümcek ağlarıyla kaplı pis bir yer. Hiç güneş açmıyor nahoş bir yağmur atıştırıyor hep gök gürlüyor. Ben siyah iskarpinlerimi tıkırdatarak coşkuyla içeri girdiğimde heyecanlı bir müzik başlıyor. Oradan buradan cinler periler öcüler ,ağzı ayağı yer değiştirmiş ağır çekimde tok sesle konuşan yaratıklar fırlıyor. Acizler ama bana öyle içten kucak açıyorlar ki.  Hep birlikte gülüyoruz dansediyoruz.Sonra birdenbire biri gelirse eğer pat diye düşüveriyorum, bazen yanımda o dünyadan ufak bir parça da kopup geliveriyor ve sonra karşımdakinin omzundan bir perinin bacağını  silkelemek zorunda kalıyorum,çaktırmadan elbette. Ah sevgili hayatın bunaltıcı ritmi şimdi ben seninle ne edeyim?

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder